Önsöz

Frontispiece for November Boughs (1888). Whitman liked this photogravure, despite its poor technical quality: "It has [...] air, tone, ring, color, [...] ruggedness, unstudiedness, unconventionality."
Frontispiece for November Boughs (1888)Whitman liked this photogravure, despite its poor technical quality: "It has [...] air, tone, ring, color, [...] ruggedness, unstudiedness, unconventionality."

Görme, ses ve işitme ile ilgili bölümlerin ardından Whitman bu ve sonraki iki bölümde dokunmaya yönelir, yani (beyine doğrudan, kestirme bağlantıları olan görme, işitme, tat ve kokunun aksine) yüzümüzde konumlu olmayıp daha ziyade bedenin tüm yüzeyine yayılmış olan, en dağınık duyumuza.
Bir kez daha en temel sorularından birini sorarak başlar Whitman: “Herhangi bir biçimde olmak, nedir o?” (“Nedir biçim, bir sureti olmak nedir?”). Hepimiz değişen, dönüşen fiziksel biçimleriz; dünyanın parçalarını hazmedip o besini bedenimize dönüştürdükçe anbean değişiriz. Whitman’ın şiirde tekrar tekrar ortaya koyduğu üzere, her birimiz evrenin başlangıcından beri orada olan ve (şayet bir gün sona erecekse) sonuna dek orada olacak olan atomların sonu gelmez bir şekilde dönüştüğü bir alanız, dolayısıyla önemli olan şu an hangi tikel biçimde mevcut olduğumuz değildir. Önemli olan, maddenin “dönüp durması” (“döngüler halinde uzaklaşması”), daima etkileşmesi, yeniden oluşması, yaşaması, ölmesi ve yeniden doğmasıdır. Şayet evrim çift kabuklu yumuşakçaların ilerisine geçmeseydi bile, şiirde Amerikan yerli dilindeki quahaug sözcüğüyle karşımıza çıkan “deniztarağı” (“istiridye”) (New England clam) başlı başına bir mucize olurdu. Elbette “deniz tarağı” (“istiridye”) kendini kapatabilir, hassas duyargalarını hissiz kabuğunun içine çekerek temastan bağımsız olabilir. Fakat Whitman öyle değildir – ve bizler de: Kabuğumuz yoktur bizim; örtümüz, yani derimiz dünyayla her ana temas halindedir. “Hızlı paratonerler vardır üzerimizde” (“Üzerimiz tepeden tırnağa iletkendir”): Burada şair, o dönem için yeni olan elektrik jargonunu kullanır ve bedenin duyu reseptörlerinin paratoner gibi olduğunu; deneyim cereyanlarını alıp benin içinden aktardığını dile getirir. Whitman başka bir şiirinde buna “elektrikli beden” (the body electric) der. Derimiz o denli duyu reseptörleriyle doludur ki bedenimizin herhangi bir parçasının en hafif bir şekilde ellenmesi veya bastırılması bile bize haz ve heyecan verir; kabuğumuzdan sıyrılıp canlanır ve dünyaya uyanırız. Bedenimizin başka bir bedenle temas edişinin deneyimi bizi kimliğimizin en uç sınırlarına taşır: “katlanabileceğimiz bir şeydir” (“bize dayanamayacağımız kadar ağır gelir”) bu.

--Ed Folsom

Nedir biçim, bir sureti olmak nedir?

(Döngüler halinde uzaklaşırız kendimizden, hepimiz,

                                                                     ve daima geri döneriz.)

Daha gelişkini var olmasaydı bile

                            yeter de artardı kaskatı kabuğu içindeki istiridye.


Oysa katı bir kabuk değildir benim tenim;

Üzerim tepeden tırnağa iletkendir,

                                                       ister durayım ister geçip gideyim;

Kavrarım her nesneyi, kendimden zararsızca aktarırım.


Parmağımla hafifçe dokunup bastırmam ve hissetmem yeter

                                                                                               mutlu olmam için,

Bedenimin bir başka bedene değmesi

                            bana dayanamayacağım kadar ağır gelir bazen.

          

--Aytek Sever’s translation 

 

Herhangi bir biçimde olmak, nedir o?
(Döner dururuz her birimiz ve hep buraya geliriz,)
Hiçbir şey gelişmeseydi bile hissiz kalın kabuğunun içindeki deniztarağı20 yeterdi.
Benimki hissiz kalın bir kabuk değil,
Nereden geçsem, nerede dursam hızlı paratonerler var üzerimde,
Her şeyi yakalar ve zarar vermeden geçirirler içimden.

Sadece parmaklarımla karıştırır, yoklar, dokunurum ve mutluyum bundan,
Katlanabileceğim bir şeydir bedenimin bir başkasınınkine dokunması.

     20 Whitman özgün metinde yerel “quahaug” sözcüğünü kullanmıştır.

--Fahri Öz’s translation

Sonsöz

Bir keresinde Iraklı bir tiyatro yönetmeni, bana, New York’a bir ziyareti sırasında, insanların tepkilerini ölçmek adına kaldırımda yürüyen birkaç kişiye bile bile çarptığını söylemişti. Amerikalılar’ın her zaman özür diledikleri sonucuna varmıştı. Onun bu gözlemi Whitman’a gülünç gelirdi herhalde, zira o muhtemelen af dilemek yerine yabancıya sarılıp onu şaşkına çevirirdi. “Tadın da görün, Rab ne iyidir” denir Mezmurlar’da: Whitman’ın uyduğu bir buyruktur bu; demokratik benliğe dair kendi mezmurunun ışıltılarında Rabb’in yerine Hayatı koyar, şiirin bu bölümünde eşyayı dokunma vasıtasıyla görür, dünyayı tadar. Hiç kimseden çekinmez.
Bağdat’ta yönetmen ile olan sohbetimden kısa süre sonra Kuzey Irak’a, Kürdistan’a seyahat ettim. Bir sabah bahar yağmurları altında yeşil bir vadiden arabayla geçerken, bir köyün hemen dışındaki iki çıplak dağ sırası arasında arkadaşım aniden frenlere asıldı ve irice bir kaya olduğunu sandığım bir şeyin etrafından dolandık. Yolun tam ortasında bir kaplumbağa vardı (kim bilir, belki de Whitman zamanında doğmuş bir kaplumbağaydı), trafiği umursamıyordu ya da umursamıyor gibi görünüyordu ve başını kabuğundan dışarıya belli belirsiz uzatmıştı. “Benimki hissiz kalın bir kabuk değil” (“katı bir kabuk değildir benim tenim”) demişti her hissini şarkıya aktaran Whitman. Arkadaşım ve ben, o güzel yaratığa bakakaldık; “deniz tarağı” (“istiridye”) ve yumuşakça ile akrabaydı, hatta tüm yaşam formlarıyla akrabaydı; ve hepimiz başlangıçtan beri ait olduğumuz bir bütünün parçalarıydık. Sonra arabamızı sürüp, gitmemiz gereken yere doğru yola devam ettik.

--Christopher Merrill

Soru

Birçok dilde insanları istiridyeyle veya diğer kabuklu yaratıklarla ilişkilendiren çeşitli imge grupları vardır. İngilizcede, konuşmayan bir kimsenin “kabuğuna çekildiğini” (clammed up) söyleriz. Ya da utangaç birinin “kabuğunun dışına çıkmadığını” (retreat into her shell) söyleriz. Bu tür benzetmelerin değeri nedir? Kişisel deneyiminiz, insanların dünyaya karşı sürekli hassas olan bir derinin içinde yaşadığına dair Whitman’ın taşıdığı varsayımla örtüşüyor mu; yoksa bu hayalî kabuklar da bir o kadar önemli midir?