Önsöz

Part of painter Thomas Eakins's "naked series," this photo group is labeled "Old man, seven photographs."  The model bears a striking resemblance to Whitman and scholars have supported such attribution.
Part of painter Thomas Eakins's "naked series," this photo group is labeled "Old man, seven photographs."  The model bears a striking resemblance to Whitman and scholars have supported such attribution.

Artık Whitman dokunmanın, hakikaten temas etmenin ne olduğunu araştırır. 20. yüzyıl şairi Karl Shapiro bu bölümü “şiirin en muazzam anlarından biri” olarak adlandırmıştır; Whitman bizi aynı anda hem cinsel olarak açık saçık hem de çıldırtıcı şekilde müphem olan, ışıl ışıl bir duyusal imgeler sağanağına maruz bırakır. Dokunmanın her ânının bizi “titreterek yeni bir kimliğe büründürdüğünü” (“yepyeni bir benlikle ürperttiğini”) söyler; duyu reseptörlerimiz dünyanın kışkırtıcı uyarımlarına yanıt vermektedir ve bu uyarımlar, tensel temasın alevlerinin damarlarımızda cereyan ettiğini hissettiğimiz sırada bizim kim olduğumuzu sürekli yerinden tanımlamaktadır. Bu pasaj homoseksüel şehvetin, mastürbasyonun ve/veya heteroseksüel birleşmenin bir betimlemesi olarak okunmuştur. Müphemlik, içerisinde her türlü yoğun temas eyleminin tahayyül edilebileceği yüklü bir cinsel alan yaratır. Temas tam olarak sağlandığında “arsızca uzaklaştırılır kardeşçe duygular” (“bir bir yoldan çıkar duyular”) ve bedenin bedenle yüklü bir şekilde iç içe geçmesine teslim ederiz kendimizi. “Uzuvlarımızı sertleştiren” (“uzuvlarımızın kaskatı kesilmesine” neden olan) ve kimliğin sınırlarını yiyip bitiren ağızlar misali “uçlarımızda otlanan” (bizi “en uçlarda kemiren”) “şehvetli tahrikçilerin” (“arzulu dürtülerin”) kim olduğundan asla emin olamayız. Bizimkiyle bunca bütün bir temas içinde olan öteki bedenin “hiç de kendimden başka olmadığını” (“tıpatıp benzerimiz” olduğunu) hissederiz: Aynı anda hem mistik hem fiziksel bir andır bu; tenimizin her santiminin kendimizin olmayan bir bedene karşı duyarlılığını son raddeye kadar arttıran temas, bedendışı gibi görünen bir varoluşa bakış atmamıza izin verir.
Whitman, yoğun erotik deneyimin azap ve esrime hisleri yaratışını ve en yüksek yaşam ânında ölürmüş gibi oluşumuzu betimler. “Şehvetli tahrikçiler” (“arzulu dürtüler”) “kalbin memesini içinde tuttuğu damla için zorlarlar” (“yüreğin memesinden sızdırırlar alıkonulmuş damlayı”) ve çılgınca harmanlanmış bu imge (tıpkı Bölüm 5’te olduğu gibi) kalbi genitalleştirir, duyguların geleneksel meskenini cinsel organlarla birleştirir. Şaşırtıcı biçimde, burada eril fallik imgelem dişil anaç tabirlerle aktarılır; “meme” süt ya da meni sızdırana dek sıkılır. Burada metafor (mecaz) ve metonimi (mecazımürsel) arasında geçişler yaşarız: Kalp penis için bir metafor olmaktan ziyade metonimik bir dizgenin parçasıdır; bir çevrim içerisinde, kan kalpten hem sertleşen cinsel organa pompalanır hem de bedeni ağ gibi saran kılcal damarlar yoluyla, erotikleşen cildin yüzeyine. Cinsel birleşme sırasında kalbin daha hızlı atması boşuna değildir.
Cinsel heyecan, şairi nihayet “bir tepeye” (“bir burnun ucuna”), engin okyanusa bakan bir uçuruma getirir; burası katı karanın sıvı denizle buluştuğu, bedenin çözülmeyle karşı karşıya geldiği, benlik adına sahip olunan her tür koruyucu gerecin (“nöbetçilerimizin / koruyucularımızın”) bizden “ayrıldığı” (bizi “terk ettiği”) ve bizi “kanlı bir yağmacı karşısında savunmasız bıraktığı” (“kızıl bir zorbaya karşı savunmasız bıraktığı”) yerdir. Bu “kanlı yağmacı” (“kızıl zorba”) neyin nesiyse (şişmiş bir cinsel organ? vahşi bir Kızılderili? kana susamış bir soyguncu?) beden ona karşı kendini savunmaktan acizdir ve şair kendini esir alınmış hisseder. Normalde bizi tanımlayan ve sınırlarımızı koruyan, “ben”i “ben olmayan”dan ayırt eden beden âdeta bize ihanet etmiş, bir “hain” olmuştur. Tıpkı Bölüm 26’da şairin operayla kendinden geçtiği sırada nefesinin kesildiğini hissetmesinde olduğu gibi, şimdi de şairin “soluğu kısılıp kalmıştır gırtlağında” (“tıkanmıştır nefesi, boğuluyordur”) ve bu esrime ânında ölmek üzeredir âdeta, bedeninin istila edilişine kendini teslim etmeye razı olur; temas onu “bent kapaklarını” açmakla ve istilacı uyarımların selleri altında bırakmakla tehdit etmektedir. Dil nadiren bu denli mahrem bir yolculuğa çıkarmıştır bizleri – hem tanıdık hem de mucizevi olan cinsel temas deneyiminin içinden.

--Ed Folsom

Neyin nesidir bu dokunuş? Beni yepyeni bir benlikle ürpertiyor,

Damarlarıma akın ediyor alevler ve ether,

Uzanıp erişerek onlarla seferber oluyor hain duyargam,

Şimşekler saçıyor etim ve kanım,

                                       çarpılıyor bedenim, benim tıpatıp benzerim,

Her yanımda arzulu dürtüler, kaskatı kesiliyor uzuvlarım,

Yüreğimin memesinden sızıyor alıkonulmuş damla,

Baştan çıkarılıyorum göz göre göre, karşı koyamıyorum,

Kanıyorum, büsbütün teslim oluyorum,

Çözülüyor düğmelerim, kucaklanıp okşanıyor çıplak gövdem,

Günışığının ve çayırların sükûnetiyle allak bullak oluyorum,

Bir bir yoldan çıkıyor duyularım,

En uçlarda kemiriyorlar beni dokunuşla ortak olup,

Gücüm tükeniyormuş, öfkeliymişim, kimin umurunda,

Cümbüşe katılıyor kalan neyim varsa,

Nihayet toplanıp dikiliyor hepsi bana azap çektirmek için

                                                                 denize uzanan burnun ucunda.


Koruyucularım terk etti bedenimi,

Bu kızıl zorbaya karşı savunmasız bıraktılar beni,

Bana karşı birlik olup,

                            seyretmek üzere topluca dizildiler burnun ucunda.


Hainler tek başıma bıraktı beni,

Aklımı yitirmişim, sayıklıyorum,

                                        ama hainlerin en büyüğü asıl benim,

En evvel ben vardım burnun ucuna,

                                                       oraya ben kendi ellerimle gittim.


Kalleş dokunuş! Ne yaptın sen? Tıkanmış nefesim, boğuluyorum,

Aç bent kapaklarını, aç artık, dayanamıyorum!


--Aytek Sever’s translation
Bu bir dokunuş mu yani? beni titreterek yeni bir kimliğe büründüren,
Alevler ve esir 21 hücum ederken damarlarıma,
Uzanıp dolduruyor onlara yardım etmek için kalleş ucum,
Tenim ve kanım tamamlıyor şimşeği, vurmak için hiç de kendimden başka olmayan şeyi,
Her bir yandan sertleştiriyor uzuvlarımı şehvetli tahrikçiler,
Zorlayarak kalbimin memesini içinde tuttuğu damla için,
Reddetme nedir bilmeden, azgınca yanaşarak bana,
Soyarak en iyi elbiselerimi belli bir niyetle,
Düğmelerimi çözerek, tutarak çıplak belimi,
Gün ışığının sükûnetiyle ve otlaklarla gözünü boyayarak kafa karışıklığımın,
Arsızca uzaklaştırarak kardeşçe duyguları,
Kandırıp dokunuşu onun yerine geçiyorlar ve uçlarımda otlanmaya başlıyorlar,
Düşünmeden, aldırmadan azalan gücüme ya da öfkeme,
Alarak yanlarına sürünün geri kalanını eğlenmek için biraz daha,
Sonra bir tepenin üstünde toplanarak hep birlikte tedirgin etmek için beni.

Nöbetçiler ayrılıyorlar diğer her parçamdan,
Savunmasız bıraktılar beni kanlı bir yağmacı karşısında,
Toplandı hepsi bir tepenin üstünde seyretmek ve bana karşı yardım etmek için ona.

Hainler terk etti beni,
Deli gibi konuşuyorum, kaybettim aklımı, en büyük hain benim, başkası değil,
Kendim gittim o tepeye, kendi ellerim taşıdı beni oraya.

Sen hain dokunuş! ne yapıyorsun? soluğum kısılıp kalmış gırtlağında,
Aç bent kapaklarını, gücümü aşıyorsun artık.

     21 (fiz.) Atomlar arasındaki boşluğu ve bütün evreni doldurduğu varsayılan, ağırlığı olmayan, ısı ve ışığı ileten töz.

--Fahri Öz’s translation

Sonsöz

Şehvetin sancılarına tutulmuş insanın çilesine tanık olan, “tepedeki” (“burnun ucundaki”) “nöbetçiler” (“koruyucular”) tam olarak kimdir veya nedir? Whitman’ın erotik imgelemindeki bu çarpıcı figürler, yani onu bir sevgiliye veya kendisine götüren bu dirimsel güçler, öpüş ve okşayışlarla baştan çıkaran bu “tahrikçiler” (“dürtüler”) şairin maskesini düşürürler ve onu “titreterek yeni bir kimliğe büründürürler” (“yepyeni bir kimlikle ürpertirler”). Bir duygu kabarmasıyla deniz kenarındaki hayalî bir burna taşınır ve orada “kanlı bir yağmacı karşısında savunmasız kalır” (“kızıl bir zorbaya karşı savunmasız kalır”); hem herkes olur hem de hiç kimse. Ah, dokunuş… Nasıl da kandırılırız kolayca! Nasıl da can atarız insani temasın “haince” (“kalleşçe”) hazlarına, hem de “nöbetçiler” (“koruyucular”), yani gerçek mutluluğun yolunu tıkayan bireysel ve kolektif engeller durup seyrederken.
Rus şair Joseph Brodsky’nin Konstantin Kavafis hakkında yazdığı bir inceleme yazısında sarf ettiği bazı provokatif ifadeler arasında, en iyi lirik şiirlerin yüzde doksanının cinsel birleşmenin ardından yazıldığı şeklindeki bir sav da vardı. Muhtemelen kendi deneyiminden, okuduklarından ve belki de arkadaşlarının aktardığı anekdotlardan türetilmiş bir fikirdi bu. (Bir anlığına, şairlerin çalışma alışkanlıkları hakkında güvenilir veriler üretecek bir anketin oluşturulduğunu, hele ki doldurulduğunu hayal edin!) Bu bölümde Whitman sevişmenin hemen ardından yazıyor gibidir, hatta seviştiği sırada: Bundan ileri gelir o tuhaf imgeler karması – şimşeğe dönüşen et ve kan, kalbin memesi, benliğin uçlarını kemiren duyular. Zira “Kendimin Şarkısı / Benliğimin Şarkısı” Ben’in çözünmesini gerektirir artık, nöbetçilerin, burnun, denizin üzerinde zerrelerinin birleşip dağılmasını – orgazmı karşılayan Fransız hüsnütabiriyle la petite mort’u, küçük ölümü. Ben, her yerdedir.

--Christopher Merrill

Soru

Whitman’ın burada tarif ettiği dokunma deneyimi sizin bizzat yaşadığınız bazı deneyimlerle ilişkilendirebileceğiniz kadar spesifik midir, yahut başka birine veya bir şeye dokunmaya dair hemen her türlü yoğun deneyimi tarif edebilecek kadar genel midir? Şairin imgelerinden hangisini özellikle çağrıştırıcı buluyorsunuz ve neden?