Ve ey Ölüm, ey faniliğin acı kucaklayışı, sana dair uyarılar nasıl da beyhude geliyor bana… Tereddüt etmeksizin geliyor ebe işini halletmeye, Bastırıp çekiverdiğini, destek verdiğini görüyorum usta ellerin, Zarif esnek kapının ağzında dayanıyorum eşiğe, Görüyorum çıkışı, görüyorum serbest kalışı, kaçışı. Ve ey Cansız Bedenim, pek iyi gübre olursun sen, ama gocunmuyorum ben bundan; Kokusunu alıyorum büyüyen, ıtırlı, beyaz güllerin, Uzanıyorum yapraklı dudaklara, kavunların parlak memelerine uzanıyorum. Ve ey Yaşam, geride bırakılan nice ölümlersin sen, (Şüphesiz on binlerce kere öldüm şimdiye dek ben.) Fısıldıyorsunuz, ey gökteki yıldızlar, duyuyorum, Ey güneşler –– ey mezarların çimenleri –– ey sonu gelmez geçiş ve dönüşümler, Siz bir şey söylemiyorsanız ben ne söyleyeyim? Güz ormanındaki bulanık göletten, Uğultulu alacakaranlığın sarp yamaçlarından inen aydan, Saçılsın günün ve gecenin pırıltısı –– saçılsın çamurda çürüyen kapkara köklerin üzerine, Saçılsın kuru dalların kederli mırıltısına. Yükseliyorum aydan, yükseliyorum geceden, Farkediyorum ki tüyler ürperten o ışıltı aslında öğle güneşinin yansıması; Ve küçücük ya da koskoca bir nesilden doğuveriyorum somut ve sabit olanın üzerine. --Aytek Sever’s translation
Sana gelince Ölüm, sen acı kucaklayışı fâniliğin, boşuna beni korkutmaya çalışman. Ebe43 çekinmeden koyuluyor işine, Görüyorum deneyimli elini bastırdığını, çektiğini, desteklediğini, Zarif, esnek kapıların pervazına yaslanıyorum, Ve çıkışı görüyorum, görüyorum rahatlamayı ve kurtuluşu. Sana gelince Ceset, bence iyi gübresin, ama incitmiyor bu beni, Kokusunu alıyorum mis gibi kokan büyüyen beyaz güllerin, Yapraklı dudaklara uzanıyorum, uzanıyorum kavunların parlak memelerine. Sana gelince Hayat, sanırım birçok ölümün artakalanısın, (Kuşku yok, daha önce on binlerce kere öldüm.) Yukarılarda fısıldadığınızı duyuyorum Ey gökteki yıldızlar, Ey güneşler—Ey mezarların çimenleri—Ey ebedî nakiller ve terfiler, Siz bir şey söylemezseniz ben nasıl söyleyebilirim? Sonbaharda ormandaki bulanık gölete dair, İnleyen alacakaranlığın yamaçlarından inen aya dair, Saçın ışığınızı gündüzün ve alacakaranlığın kıvılcımları üstüne —saçın çamurda çürüyen kara ağaç gövdelerinin üstüne, Saçın kuru uzuvların inleyen anlamsız inlemelerinin üstüne. 43 Whitman özgün metinde Fransızca “accoucheur” sözcüğünü kullanmıştır. --Fahri Öz’s translation
Sonsöz
İhtiyar münzevi, dört fırça darbesiyle klasik Çin yazı karakterleri üzerinden bir şiir yazdı: “Dünya dönüşüyor bir çiçeğe.” Şöyle de tercüme edilebilir: “Dünya birdir.” Tıpkı çay seremonisini icra edişindeki kesinlik ve stüdyosunu dolduran cömert ruh gibi, jestlerindeki serbestlik de kökenini Budist pratiklerinden alan bir özenin yansımasıydı. Yirmi yıldır Kore yarımadasının güneydoğusundanki Mücevher Tapınakları’ndan birini yönetiyordu ve emekliliğini de bir hayli dinç geçiriyordu. Mürekkebi kuruttuktan sonra şiiri bana takdim edip ayrıldı. Pencereye gidip kozmosun beyaz çiçeklerine, olgunlaşan meyvelerle yüklü sıra sıra hurma ağaçlarına ve güz yağmuruna bürülü dağlara uzun uzun baktım. Keşiş başka bir armağanla çıkageldi: bizzat toplayıp kuruttuğu bir kutu siyah çay yaprağı.
Manastırdan ayrılınca arabamız beni lotuslarla kaplı bir gölün kıyısından geçirdi. Çamurdan suya doğru büyüyen ve göğe karşı çiçek açan bu bitki, ruhun gelişimini temsil eden temel bir Budist semboldü. Aydınlanma mertebelerle olur: Bu düşünce, şiirin bu bölümünde ölümlülüğünü yepyeni bir güçle kucaklayan Whitman için hayatidir. “Sana gelince Hayat, sanırım birçok ölümün artakalanısın” (“ey Yaşam, geride bırakılan nice ölümlersin sen”) diye yazar ve kendisinin on binlerce kere öldüğünü farz eder. Kurtuluş, “çamurda çürüyen kara ağaç gövdelerinde” (“çamurda çürüyen kapkara köklerde”), deneyimimizin zeminini oluşturan kökler ve çürümüş yapraklardadır. Doğumun “esnek kapılarından” geçişimiz ölümümüzün de alâmetidir – Buddha’nın öğretisi itibarıyla tekrar tekrar yaptığımız bir yolculuğun. “Ey mezarların çimenleri” der şiir, ölümle olan ilişkimizi açıklığa kavuşturur, bütüne dair kavrayışımızı genişletir.
Bir Kore folklor müzesinde, topraktan çıkarılmış çömlekler, el aletleri, kral ve kraliçelerin seremoni kıyafetleri ve Çalışmanın Dört Hazinesi’nin (mürekkep, taş, fırça, kâğıt) yanı sıra bir Orta Çağ aile mezarında keşfedilmiş, bir çocuğa ait olan bir mumya vardı. Etrafı çocuğun yaslı ana babasına ait kıyafetlerle çevrilmişti. Öteki dünyaya olan yolculuğunda korkmaması için kıyafetleri çocukla beraber gömmüşlerdi. “Kendimin Şarkısı / Benliğimin Şarkısı”nı harikulade bir giysi gibi düşünün; görünüşüyle “fâniliğin acı kucaklayışına” dair korkularımızı dindiren bir giysi. Olup olmadığını görmek için üzerimizde deneyebiliriz hatta onu.
--Christopher Merrill
Soru
Whitman’ın bu bölümde sözünü ettiği bitimsiz yaşam ve ölüm, başlangıç ve bitiş süreçlerini onun şiirinin ta kendisi nasıl sergilemektedir? “Kendimin Şarkısı / Benliğimin Şarkısı” sona yaklaşıyor; bu ne bakımdan bir başlangıç olabilir?