Önsöz

Fossiles, Paleontological Museum, Shenyang, China.
“Let your soul stand cool and composed before a million universes... ” 
The fossile as a "transitional form."  (Photo C. Merrill, Paleontological Museum of Liaoning, Shengyang, China. October 2013)

Whitman şimdi bize “Kendimin Şarkısı / Benliğimin Şarkısı”nın en derin kavrayışlarından birini hatırlatır: Beden ve Ruh hiyerarşik bir biçimde değil, daha ziyade demokratik bir biçimde vardırlar. Dünyadaki acıların büyük bir kısmı, ruhun bedene üstün olduğuna ve ruhun maddiliğin ötesindeki hayalî bir boyutta var olduğu ya da olmaya devam ettiğine dair bir ısrardan ileri gelir. Whitman’ın yapıtı boyunca belirttiği husus; insanların bu inanç yüzünden, ruhun manevi ahiret hayatının daha iyi olacağı ve bu hayattaki çilemizin mükâfatlandırılacağı umuduyla mevcut hayatı değersizleştirdikleridir. Hayır, der Whitman “ruh bedenden üstün değildir” ve “beden de ruhtan üstün değildir.” Bu eşitliği, yani karşılıklı olarak bedenin ruha ve ruhun da bedene sahip olma gerekliliğini kabul ettiğimizde Tanrı da kavramımız değişir. Zamanın dışında “zaman” yoksa ve mekânın dışında “mekân” yoksa eğer, görünmeyen “ilâhi” bir âlemde saklı değildir Tanrı. Aksine, Whitman’a göre Tanrı yaşamımızın her ânında baktığımız her yerde görünür haldedir. Tüm hayat “Şimdi”de barınıyorsa ve Şimdi durmaksızın değişen, sürüp gitmekte olan bir ansa, o halde bu ânın tümü, yani daima dönüşen biçimleriyle bütün yaşam ve madde Tanrı dediğimiz şeydir. O halde her birimiz “evrenin tekerinin göbeği” (“kâinat çarkının göbeği”) olabiliriz: Her bilinçli varlık, var olanların merkezidir; bizden kozmosun en uzak sınırlarına kadar yayılan Tanrı’nın ayrılmaz bir parçasıdır.

Bu ruh ve beden demokrasisi Whitman’a göre hayatidir çünkü Tanrı’yı kendimizden ve bu hayattan ayrı olarak tasavvur edersek ve ruhlarımızın bedenlerimizden ayrılabilir olduklarını düşünürsek, bu hayatı ve bu dünyayı değerden düşüren inançlara sevk edilir, gelecekteki (daha iyi olan) başka bir âleme iman ederiz. Ama Tanrı’yı karşılaştığımız her çehrede, deneyimlediğimiz her anda, kavradığımız “her şeyde” (“her nesnede”) mevcut ve aşikâr olarak tasavvur edersek, O’nu bilmiş oluruz –hatta parçasıyızdır O’nun– ve içinde yaşadığımız ânın “şefkatine” (“hissiyatına”) tümüyle veririz kendimizi. Burada “şefkat / hissiyat” (sympathy); Whitman’ın karşılaştığımız her kimsenin ve şeyin tanrısal olanın eşit derecede parçası olduğunun farkındalığı için kullandığı sözcüktür. Dünyada “şefkatle / hissiyatla” yürümek, Tanrı’nın hepimizin içinde olduğunu bilmektir ve bu sayede gene O’nun bizim dışımızdaki her şeyde eşit derecede bulunduğunu fark etmektir. Herkes Tanrı’ya eşit derecede erişebilir ve bilincini taşır O’nun. Dolayısıyla Tanrı’yı “merak etmeyi” bırakmamız gerekir: O şayet evrenin yaratıcı gücüyse, bütün hepimiz gibi şimdi, içinde tüm varlığın barındığı şu an mevcuttur. Tanrı ile karşılaşmadan ne gözlerimizi ve kulaklarımızı açabilir ne de bir adım yürüyebiliriz. Bize ait olan her zerre daha ilk Şimdi’de mevcuttu ve sonuncuda da mevcut olacaktır. O zerreler, hem bizden önce gelenleri kuşatıp meydana getirmiş olan, hem bizden sonra gelecekleri kuşatıp meydana getirecek olan, hem de şu an hepimizi kuşatıp meydana getiren sonsuz madde ve yaşam yelpazesinin parçalarıdır. O halde her birimiz “milyonlarca evrenin karşısında serinkanlı ve sakin durabiliriz” (“milyonlarca kâinatın karşısında daima dingin ve serinkanlı olabiliriz”), çünkü bize canlılık veren ruh şu an evrenin sürüp giden ruhunun bir parçasıdır, tıpkı bizi şu an oluşturan atomların evrenin uçsuz bucaksız, tuhaf maddiliğinin bir parçası olduğu gibi.

--Ed Folsom

Ruh bedenden üstün değildir demiştim,

Ve beden de ruhtan üstün değil demiştim,

Ve hiçbir şey, Tanrı bile, daha yüce değildir insanın kendisinden,

Ve iki yüz metre yolu hissiyatsız yürüyen bir kişi

                                      kendi mezarına yürür, üzerinde kefen,

Ve cebinde beş kuruşu bile olmayan biri

                            en paha biçilmez parçayı satın alabilir yeryüzünden,

Ve bir şeyi kendi gözünle görmek

                             veya kesesindeki fasulyeyi göstermek

                                          boşa çıkarır tüm zamanların bilgisini,

Ve bu dünyada bir meslek ya da zanaat yoktur ki

                                                    erbabı isterse kahraman olamasın,

Ve hiçbir nesne yoktur ki

                          yeterince sert olmadığı için

                                                          kâinat çarkına göbek olamasın,

Ve ister erkek ol ister kadın, sana diyorum ki

                                       milyonlarca kâinatın karşısında

                                                          ruhun daima dingin ve serinkanlı olsun.


Ve insanlığa sesleniyorum,

                           Boşuna merak etmeyin Tanrı’yı,

Zira ben ki merak ediyorum her şeyi,

                                         merak etmiyorum O’nu,

(Tanrı’ya ve ölüme dair ne denli huzurlu olduğumu

                                                                 kelimelere sığdıramıyorum.)


Tanrı’yı her nesnede duyuyor ve görüyorum

                                                     ama onu zerre kadar anlamıyorum,

Kendimden daha mucizevi kim ya da ne olabilir

                                                                      bunu katiyen anlamıyorum.


Tanrı’yı bugün gördüğümden öte daha nasıl göreyim?

Günün her saati, her dakika bir şeyler görüyorum ben Tanrı’dan,

Adamların ve kadınların çehrelerinde görüyorum Tanrı’yı

                                                     ve aynada kendi çehremde görüyorum,

O’nun bıraktığı harfleri buluyorum her sokakta,

                                                                               adıyla imzalı her biri,

Oldukları yerde bırakıyorum hepsini,

                                        zira biliyorum ki nereye gidersem gideyim

Yenileri çıkacak karşıma anbean.

--Aytek Sever’s translation 
Ruhun bedenden üstün olmadığını söyledim,
Bedenin de ruhtan üstün olmadığını söyledim,
Hiçbir şey, Tanrı bile büyük değildir insanın kendi özünden,
Her kim ki şefkatle atmaz üç beş adımı, yürür kefeninin içinde kendi cenazesine,
Sen ya da ben, cebinde bir metelik bile olmadan satın alabilir canı ne çekerse,
Şöyle bir bakmak ya da göstermek kabuğunun içindeki fasulyeyi, afallatır bilgisini gelmiş geçmiş bütün çağların,
Hiçbir iş ya da meslek yoktur ki onu icra eden genç biri duayeni hâline gelmesin o işin,
Hiçbir yumuşak nesne yoktur ki evrenin tekerinin göbeği olmasın,
Ve her erkeğe ya da kadına söylüyorum, Bırakın ruhunuz serinkanlı ve sakin dursun milyonlarca evrenin karşısında.

Ve insanlığa şunu diyorum, Meraklı olma Tanrı konusunda,
Herkesi merak eden ben, merak etmiyorum Tanrı’yı,
(Hiçbir süslü laf anlatamaz Tanrı’yla ve ölümle ne kadar barışık olduğumu.)

Her şeyde Tanrı’yı işitir, görürüm ama zerre kadar anlayamam Tanrı’yı,
Ne de aklım erer kendim kadar harikulade başka bir şey olmayışına.

Neden Tanrı’yı bugün gördüğümden daha iyi görmeyi arzulayayım?
Tanrı’nın bir parçasını görüyorum günün her saati ve her anı,
Erkeklerin, kadınların yüzlerinde görüyorum Tanrı’yı ve aynadaki yüzümde,
Sokakta Tanrı’nın düşürdüğü mektuplar buluyorum, her biri Tanrı’nın imzasını taşıyor,
Olduğu yerde bırakıyorum onları, çünkü biliyorum nereye gitsem,
Diğerleri tam zamanında gelecek sonsuza değin.

--Fahri Öz’s translation

Sonsöz

Whitman’ın bu bölümdeki ilk buyruğu olan “Bırakın ruhunuz serinkanlı ve sakin dursun milyonlarca evrenin karşısında” (“Sana diyorum ki milyonlarca kâinatın karşısında ruhun daima dingin ve serinkanlı olsun”) ifadesinin anlamını kavramak için, Çin’in Şenyang kentindeki Liaoning Paleontoloji Müzesi’ni ziyaret edip, bana yeryüzündeki yaşamın esrarına dair tamamen nesnel bir bakış sunacağı umuduyla, en az 120 milyon yıl önce oluşmuş bir volkanik kül katmanından çıkarılan fosillerin bulunduğu serginin karşısına geçmem gerekmişti. Karşımda dinozorların uyluk ve çene kemikleri, muhtemelen ilk çiçekli bitkilere ait izdüşümler ve en fevkaladesi de, mikroraptorların, yani dinozorlar ve kuşlar arasındaki evrim halkasını sunduğu düşünülen küçük, dört kanatlı, balıkla beslenen yaratıkların tam iskeletleri vardı. Bilimsel terminoloji itibarıyla mikroraptor, bacaklarında ve kanatlarında yanardöner tüylere ve bir kuyruk yelpazesine sahip olup tıpkı uçan sincap gibi ağaçlar arasında süzülebilen bir ara formdur (transitional form) (harikulade bir tabir!). Sergide yer alan bir animasyon videosu, tekrarlı bir şekilde, mikroraptoru bir uçurum kenarına koşup kısa süre durduktan sonra karşıya geçmek için kanatlanır halde gösteriyordu. Arzu, yani şairin sözleriyle “dünyanın doğurgan dürtüsü” beden ile ruhun birliğini esinler, kentlerin kuruluşunu, imgelemin ürünlerini, inancı, ritüelleri, efsaneleri ve yasaları, sanatsal, akademik ve bilimsel keşifleri, farkında olsak da olmasak da her biri evimiz olan “milyonlarca evreni.”

Peki ya Whitman’ın insanlığa yönelik “Meraklı olma Tanrı konusunda” (“Boşuna merak etmeyin Tanrı’yı”) şeklindeki ikinci çağrısı? Aslında Whitman’ın merakı daima gözler önündedir. Tanrı’nın mevcudiyetine dair kanıtları her yerde bulur, zira her şey O’nun adıyla imzalı bir mektuptur ve okuyabilenler için mest edici şekilde canlıdır, mümkünse en başta bu şiirin okurları için. Ölümle barışıktır Whitman, çünkü bir ara formdur ölüm – dünyevi alışkanlıklarımız ve içgüdüsel uçma arzumuz arasındaki bir durak.
Mest olmuştum fosillerin görünüşleriyle.

--Christopher Merrill

Soru

Bu dünyadaki belli şeylerle ya da kimselerle hangi karşılaşmalarınız size (bu tabiri nasıl tanımlarsanız tanımlayın) “Tanrı’nın” varlığını hissettirdi, hem de O’nun uzak değil, alabildiğine yakın göründüğü bir tarzda?