Ruh bedenden üstün değildir demiştim, Ve beden de ruhtan üstün değil demiştim, Ve hiçbir şey, Tanrı bile, daha yüce değildir insanın kendisinden, Ve iki yüz metre yolu hissiyatsız yürüyen bir kişi kendi mezarına yürür, üzerinde kefen, Ve cebinde beş kuruşu bile olmayan biri en paha biçilmez parçayı satın alabilir yeryüzünden, Ve bir şeyi kendi gözünle görmek veya kesesindeki fasulyeyi göstermek boşa çıkarır tüm zamanların bilgisini, Ve bu dünyada bir meslek ya da zanaat yoktur ki erbabı isterse kahraman olamasın, Ve hiçbir nesne yoktur ki yeterince sert olmadığı için kâinat çarkına göbek olamasın, Ve ister erkek ol ister kadın, sana diyorum ki milyonlarca kâinatın karşısında ruhun daima dingin ve serinkanlı olsun. Ve insanlığa sesleniyorum, Boşuna merak etmeyin Tanrı’yı, Zira ben ki merak ediyorum her şeyi, merak etmiyorum O’nu, (Tanrı’ya ve ölüme dair ne denli huzurlu olduğumu kelimelere sığdıramıyorum.) Tanrı’yı her nesnede duyuyor ve görüyorum ama onu zerre kadar anlamıyorum, Kendimden daha mucizevi kim ya da ne olabilir bunu katiyen anlamıyorum. Tanrı’yı bugün gördüğümden öte daha nasıl göreyim? Günün her saati, her dakika bir şeyler görüyorum ben Tanrı’dan, Adamların ve kadınların çehrelerinde görüyorum Tanrı’yı ve aynada kendi çehremde görüyorum, O’nun bıraktığı harfleri buluyorum her sokakta, adıyla imzalı her biri, Oldukları yerde bırakıyorum hepsini, zira biliyorum ki nereye gidersem gideyim Yenileri çıkacak karşıma anbean. --Aytek Sever’s translation
Ruhun bedenden üstün olmadığını söyledim, Bedenin de ruhtan üstün olmadığını söyledim, Hiçbir şey, Tanrı bile büyük değildir insanın kendi özünden, Her kim ki şefkatle atmaz üç beş adımı, yürür kefeninin içinde kendi cenazesine, Sen ya da ben, cebinde bir metelik bile olmadan satın alabilir canı ne çekerse, Şöyle bir bakmak ya da göstermek kabuğunun içindeki fasulyeyi, afallatır bilgisini gelmiş geçmiş bütün çağların, Hiçbir iş ya da meslek yoktur ki onu icra eden genç biri duayeni hâline gelmesin o işin, Hiçbir yumuşak nesne yoktur ki evrenin tekerinin göbeği olmasın, Ve her erkeğe ya da kadına söylüyorum, Bırakın ruhunuz serinkanlı ve sakin dursun milyonlarca evrenin karşısında. Ve insanlığa şunu diyorum, Meraklı olma Tanrı konusunda, Herkesi merak eden ben, merak etmiyorum Tanrı’yı, (Hiçbir süslü laf anlatamaz Tanrı’yla ve ölümle ne kadar barışık olduğumu.) Her şeyde Tanrı’yı işitir, görürüm ama zerre kadar anlayamam Tanrı’yı, Ne de aklım erer kendim kadar harikulade başka bir şey olmayışına. Neden Tanrı’yı bugün gördüğümden daha iyi görmeyi arzulayayım? Tanrı’nın bir parçasını görüyorum günün her saati ve her anı, Erkeklerin, kadınların yüzlerinde görüyorum Tanrı’yı ve aynadaki yüzümde, Sokakta Tanrı’nın düşürdüğü mektuplar buluyorum, her biri Tanrı’nın imzasını taşıyor, Olduğu yerde bırakıyorum onları, çünkü biliyorum nereye gitsem, Diğerleri tam zamanında gelecek sonsuza değin. --Fahri Öz’s translation
Sonsöz
Whitman’ın bu bölümdeki ilk buyruğu olan “Bırakın ruhunuz serinkanlı ve sakin dursun milyonlarca evrenin karşısında” (“Sana diyorum ki milyonlarca kâinatın karşısında ruhun daima dingin ve serinkanlı olsun”) ifadesinin anlamını kavramak için, Çin’in Şenyang kentindeki Liaoning Paleontoloji Müzesi’ni ziyaret edip, bana yeryüzündeki yaşamın esrarına dair tamamen nesnel bir bakış sunacağı umuduyla, en az 120 milyon yıl önce oluşmuş bir volkanik kül katmanından çıkarılan fosillerin bulunduğu serginin karşısına geçmem gerekmişti. Karşımda dinozorların uyluk ve çene kemikleri, muhtemelen ilk çiçekli bitkilere ait izdüşümler ve en fevkaladesi de, mikroraptorların, yani dinozorlar ve kuşlar arasındaki evrim halkasını sunduğu düşünülen küçük, dört kanatlı, balıkla beslenen yaratıkların tam iskeletleri vardı. Bilimsel terminoloji itibarıyla mikroraptor, bacaklarında ve kanatlarında yanardöner tüylere ve bir kuyruk yelpazesine sahip olup tıpkı uçan sincap gibi ağaçlar arasında süzülebilen bir ara formdur (transitional form) (harikulade bir tabir!). Sergide yer alan bir animasyon videosu, tekrarlı bir şekilde, mikroraptoru bir uçurum kenarına koşup kısa süre durduktan sonra karşıya geçmek için kanatlanır halde gösteriyordu. Arzu, yani şairin sözleriyle “dünyanın doğurgan dürtüsü” beden ile ruhun birliğini esinler, kentlerin kuruluşunu, imgelemin ürünlerini, inancı, ritüelleri, efsaneleri ve yasaları, sanatsal, akademik ve bilimsel keşifleri, farkında olsak da olmasak da her biri evimiz olan “milyonlarca evreni.”
Peki ya Whitman’ın insanlığa yönelik “Meraklı olma Tanrı konusunda” (“Boşuna merak etmeyin Tanrı’yı”) şeklindeki ikinci çağrısı? Aslında Whitman’ın merakı daima gözler önündedir. Tanrı’nın mevcudiyetine dair kanıtları her yerde bulur, zira her şey O’nun adıyla imzalı bir mektuptur ve okuyabilenler için mest edici şekilde canlıdır, mümkünse en başta bu şiirin okurları için. Ölümle barışıktır Whitman, çünkü bir ara formdur ölüm – dünyevi alışkanlıklarımız ve içgüdüsel uçma arzumuz arasındaki bir durak.
Mest olmuştum fosillerin görünüşleriyle.
--Christopher Merrill
Soru
Bu dünyadaki belli şeylerle ya da kimselerle hangi karşılaşmalarınız size (bu tabiri nasıl tanımlarsanız tanımlayın) “Tanrı’nın” varlığını hissettirdi, hem de O’nun uzak değil, alabildiğine yakın göründüğü bir tarzda?