Kimdir bu giden? İhtiraslı, kaba, mistik, anadan doğma; Yediğim sığır etinden nasıl oluyor da böylesi güç alıyorum ben? Nedir insan? Neyim ben? Nesin peki sen? Kendimin dediğim ne varsa ona kendinden karşılık bulmalısın sen, Yoksa boşunadır bana kulak vermen. Yakınmam ben, yok, isterse yakınıp dursun cümle âlem, Nafileymiş mevsimler, çamurmuş gübreymiş toprak diyemem. Marazlının enfiyesine harmanlanır mızmız dalkavuk, dıdısının dıdısına biat eder ananeci, Bense takarım şapkamı başıma kâh evde kâh sokakta nasıl dilersem. Ne diye yalvarıp yakarayım? Ne diye selam durup ayinler, törenler yapayım? İnceledim yerin katmanlarını, bir saç telini bile gözledim, tartışıp durdum bilginlerle, kılı kırk yardım Ve nihayet yoktur kemiklerimi saran yağdan daha enfesi dedim. Kendimi görürüm tüm insanlarda ben, ne eksiği ne habbe kadar fazlası; Kendimde neye iyi kötü diyorsam başkalarında da onu kastederim ben. Sımsıkıyım, biliyorum, sapasağlamım, Durmadan bir araya gelip bana doğru akar varlıklar, Bana yazılmıştır bütün yazılar ve ben anlamı kendim çözmeliyim. Biliyorum, ölümsüzüm, Biliyorum yörüngemi sarıp kuşatamaz bir marangoz pergeli, Biliyorum gece karanlığında bir çocuğun yanan bir çırayla çizdiği çember gibi kaybolup gitmeyeceğim. Pek haşmetliyim ben, biliyorum, Haklı çıkmak ya da anlaşılmak için paralamam ruhumu, Af beklemez, özür dilemez temel kaidelerin hiçbiri, (Gene de evimi kurduğum zeminden zerre kadar yukarıda görmüyorum kendimi.) Olduğum gibi varım işte, kâfidir bu, Başkası bilir ya da bilmez, ben hoşnutum halimden; İsterse cümle âlem bilsin, hoşnutum halimden. Bir dünya var benim için ötekilerden katbekat büyük, benim ta kendim, o bilir beni, İster bugün döneyim kendime ister bin yıl sonra ya da milyon yıl, Sevinçle kabul ederim, yahut güle oynaya beklerim. Ayağım sıkıca kenetlenmiş granit zemine, Gülüyorum senin yok olmak dediğin şeye, Zamanın bereketini tanıyorum bütün benliğimle. --Aytek Sever’s translation
Kim var orada? hasret dolu, iri yarı, gizemli, çıplak; Nasıl oluyor da güç veriyor bana yediğim sığır eti? Hem nedir insan dediğin? neyim ben? sen nesin? Kendime atfettiğim ne varsa onu kendininkiyle dengeleyeceksin, Yoksa zaman kaybı olur beni dinlemek. Ağlayıp sızlamıyorum, bütün dünyaya ağlayıp sızlamıyorum, Sızlanmıyorum boşa geçiyor diye aylar, yerler çamur ve pislik içinde diye. Sızlanmak ve boyun eğmek hasta için ilaca sarılmaktır, tabi olmaktır umuma dört kuşak öteden, İçerde de dışarıda da takarım şapkamı canım nasıl isterse. Neden dua edecekmişim? neden hürmet edecekmişim ve fazlasıyla nazik olacakmışım? Etraflıca inceleyip kılı kırk yardıktan, doktorlara danışıp ince hesaplar yaptıktan sonra, Daha tatlı bir et bulamıyorum kendi kemiklerime yapışandan. Herkeste kendimi görüyorum, bir arpa tanesinden ne eksik, ne fazla, Ve kendimden söz ederken iyi veya kötü ne diyorsam, onlar için de aynısını söylüyorum. Sapsağlam ve dayanıklıyım, Evrenin birleşen nesneleri sürekli bana akıyor, Hepsi bana yazılıyor, çözmeliyim o yazının anlamını. Biliyorum ölümsüz olduğumu, Biliyorum bu benim yörüngemin üzerinden geçilmez bir marangoz pergeliyle, Biliyorum geçip gitmeyeceğim bir çocuğun yanmış bir dal parçasıyla karanlıkta çizdiği kıvrımlar gibi. Biliyorum heybetli olduğumu, Zahmete sokmuyorum ruhumu kanıtlasın diye kendini ya da anlaşılsın diye, Görüyorum temel yasaların asla af dilemediğini, (Sanırım daha mağrur davranmıyorum sonuçta evimi diktiğim düzlükten.) Nasılsam öyleyim, bu yeterli, Farkında olmasa da varlığımın dünyada başka kimse, memnunum hâlimden, Herkes farkında olsa da varlığımın, memnunum hâlimden. Bir dünya farkında ve bence en büyüğü, o da kendim, Kendiminkine ister bu-gün ister on bin ister on milyon yılda varsam bile Hemen şimdi kabul ederim neşeyle veya aynı neşe içinde bekleyebilirim. Ayağımı basacağım yer granite oyulup sokulmuş, Gülüp geçiyorum bozulma dediğin şeye, Ve biliyorum genişliğini zamanın. --Fahri Öz’s translation
Sonsöz
“O denli iyi tanıdığım başka biri olsaydı kendimden bu kadar çok söz etmezdim,” der Thoreau, yayımlanışı Çimen Yaprakları’nın ilk basımıyla aynı zamana denk gelen Walden’da: “Maalesef deneyimimin darlığından dolayı bu izleğe hapsolmuş durumdayım.” Gerçekten de kısıtlıydı deneyimi; Boston civarındaki ormanlarda yaptığı günlük gezintilerinden ironik bir dille, “Concord’da bol bol gezdim” diye söz eder ve dünyaya yönelik tutumu Whitman’ın kapsayıcılığından, Yaratılışın tümünü kucaklama dürtüsünden belirgin şekilde farklı görünür. Ama o denli farklı mıydılar sahiden? İkisi de, benlik vasıtasıyla evrensel anlamı aramıştı; Thoreau kendi gerçeklik payını büyük ölçüde doğadan alırken, Whitman kendisinden son derece uzak yaşamları tahayyül etmişti: “Kendimi görürüm tüm insanlarda ben, ne eksiği ne habbe kadar fazlası; / Kendimde neye iyi kötü diyorsam başkalarında da onu kastederim ben” (“Herkeste kendimi görüyorum, bir arpa tanesinden ne eksik, ne fazla, / Ve kendimden söz ederken iyi veya kötü ne diyorsam, onlar için de aynısını söylüyorum”) der bu bölümde. Onlarda ortak olan, dikkatli gözlem ve onunla iç içe geçmiş meraktı, bunlar ikisini de gün ışığındaki yürüyüşlerine dair kalıcı hakikatleri kavramaya yöneltmişti; tanık olup gelecek kuşaklar için kaydettikleri şeyler Amerikan Edebiyatının köşe taşlarıdır – ki biri yaban doğayı insanların birlikteliğine yeğlemiş, diğeri kendi görüş alanındaki her şeyi bağrına basmıştır. Ölüm döşeğinde, ölümden sonra hayat olup olmadığına dair hissi sorulduğunda, Thoreau’nun, “Başka dünya yok” dediği söylenir. Whitman için ise ölümden sonraki yaşam daima şu anda, buradadır, evrenin kökeninden uzak geleceğe uzanır. Ölüm de korkutmaz onu, çünkü onu birçok dünyanın beklediğine inanır. “Zamanın bereketini tanıyorum” (“biliyorum genişliğini zamanın”) diye yazmıştır ve bunu kahve kaşığıyla değil, daha evvel kimsenin görmediği bir gök cisminin yörüngesini takip eden bir astronom gibi ölçmüştür: “kâh evde kâh sokakta” (“içeride de dışarıda da”) şapkasını takan şair olarak.
--Christopher Merrill
Soru
Whitman, bizi bedenlerimizi hem kabul etmeye hem de kutlamaya teşvik etmekten haz duyar gibi görünür. Bedenler hepimizde ortak olan şeydir ve dolayısıyla Whitman için demokratik düşüncenin doğrudan temelidir. Sizce Whitman’ın önerdiği gibi gerçekten bedenlerimize tapsaydık, dünyada daha az şiddet olur muydu, yoksa şiddetin kaynağı beden tapıncı mıdır?