Önsöz

Hospital at Fredericksburg, VA (1864)
The wounded in "the Wilderness Campaign" of the Civil War "being cared for by the noble Sanitary Commission."
(Stereograph wet plate process "painted by the sun." Photo James Gardner, 1864. LoC.)

Whitman bu bölüme, kendisine mahsus bir şekilde isimleştirdiği iki fiille başlar: “kibir” (“böbürlenen;” flaunt) ve “sıcaklık” (“ışıltı;” bask). Şair, bu tür fiilden türemiş isimler yaratmayı sever çünkü bunlar tüm şeylerin aslında süreçler, devam eden eylemler olduğunu ortaya koyar. Dünyada hiçbir nesne durağan ve değişmez değildir; her şey gelişir ve bozulur; herhangi bir şeyi oluşturan atomlar sürekli akış halindedirler ve sonunda başka şeylere aktarılacaklardır. O halde bedenlerimiz nesne değil süreçtir, daima değişir ve dönüşürler. Kozmosun kendisi de bir fiildir, bitimsiz bir değişim süreci. Dolayısıyla şair, “güneşin” sadece yüzeyleri aydınlatarak dünyaya karşı sıcaklığıyla ve ışığıyla gösteriş yapmasından hoşnut değildir. Güneşin “sıcaklığına” (“ışıltısına”) ihtiyaç duymaz çünkü bizzat kendisi güneşin yapabileceğinden çok daha fazla aydınlık saçacak, karşılaştığı her şeyin ve herkesin yüzeyinden derinlere nüfuz edecek, orada devinimi ve değişimi, çaresizliği ve umudu görecektir. Girişken özgüvenini geri kazanmış bir halde güneşe ve yeryüzüne meydan okur, kendi güçlerini onlarla yarıştırmaya hazırdır: Yeryüzü onun “elinde bir şeyler arar gibidir” (“ellerinden bir şey bekler gibidir”) ve şair kendi yeryüzü şiirini yaratır, tıpkı yeryüzünün kendisi gibi ayrım gözetmeyen ve güneşin ışığı altında sere serpe uzanan her şeyi bağrına basan bir şiiri. Ruhunun enerjisini geri kazanmış bir halde herkesi kucaklamaya hazırdır artık, en düşkün, çökkün ve yoz olanlar da dâhil olmak üzere.
Dolayısıyla, Bölüm 39’daki “dostça ve çağlayarak akan vahşi” (“sıcakkanlı, kabına sığmaz vahşi”) burada şairin “ben”ine (I) dönüşür ve “ben” doğaüstü hikâyelerdeki efsanevi karakterlerin kudretine ve bir şifacı ya da kurtarıcının manyetizmasına talip olur. Birkaç bölüm önce kapsayıcı ve özümseyici güçlerinden yoksun kalmış görünen “ben,” artık hiç olmadığı kadar kudretlidir. “Âcizleri” ziyaret eder ve onların “içine cesaret üfler” (“üfleyip tutkuyla doldurur onların içlerini”); pamuk tarlasındaki kölenin ve “hela temizlikçisinin” (“tuvalet temizleyenin”) yanağına “aileden biri gibi öpücük kondurur” (“kardeşçe bir öpücük kondurur”); “gebe kalmaya uygun kadınlara” (“gebeliğe hazır kadınlara”) menisini “fışkırtır;” ölen birinin yatağının başındaki “doktorun da, rahibin de” (“hekim ile rahibin”) yerini alır; düşeni “tutar” ve “karşı konulmaz bir iradeyle kaldırır yukarı;” hepimizi “muazzam bir nefesle” “ayağa kaldırmayı” (“şişirip yükseltmeyi”) vaat eder; biz uyurken nöbet beklemeyi teklif eder. Enerjisini geri kazanan bu “ben,” “ders ya da küçük bir sadaka vermeyecek” (“ne nasihat ne de sadaka verecek”), daha ziyade Henry David Thoreau gibi “kendini verecektir” (Walden’da Thoreau, “hayırseverliğe” düşkün oldukları için insanlara verip veriştirir ve “şayet para vereceklerse, onunla beraber kendilerini de sarf etmelerini” talep eder). Şairin kılavuz olarak yeryüzüne bakan “ben”i, ellerinin kıymetli ve can alıcı bir şeyler yapması gerektiğini bilir ve dolayısıyla, bir şifacının ve bir sevgilinin (ve elbette bir şairin) elleri gibi, ellerini tüm erkek ve kadınlara doğru uzatır, “neyin hasretini çektiğini, gecelerinin ve gündüzlerinin çarpıntısının ne olduğunu” (“çektiği hasreti, gece gündüz çarpan kalbini”) söyleyesi gelir. Burada şairin tüm Amerikalı yurttaşlarıyla ve bizimle, okurlarıyla bağ kurmaya yönelik, söylenmemiş bir ihtiyacı vardır – ve bize esinler sunma ihtiyacı: sevgiyi, umudu ve yeni yaşamın gücünü kelimenin tam anlamıyla içimize üfleme ihtiyacı.

--Ed Folsom

Böbürlenen güneş, ışıltına ihtiyacım yok senin –– yeter artık!

Yalnızca yüzeyleri aydınlatıyorsun sen,

                                                   yüzeye ve derinlere işliyorum ben.


Yeryüzü! Bir şey bekliyor gibisin ellerimden,

Söyle bakalım ihtiyar topuz kafalı, ne istiyorsun benden?


Kadın ya da erkek! Seni nasıl sevdiğimi söylemek geliyor içimden

                                                                            ama söyleyemiyorum,

İçimden geçeni, yahut senin içindekini söyleyesim geliyor,

                                                                            ama söyleyemiyorum,

Çektiğim hasreti, gece gündüz çarpan kalbimi

                                                                  söyleyesim geliyor.


Bak! Ne nasihat veriyorum ne de sadaka;

Veriyorsam kendimi veriyorum ben.


Hey, sen, diz çökmüş âciz!

Kenetlenmiş dudaklarını aç ki üfleyip tutkuyla doldurayım içini,

Avuçlarını aç, cep kapaklarını kaldır,

Reddedemezsin beni, geri adım atmam,

                                        yığınla malım var, vermeye hazırım,

Neyim varsa seve seve bağışlarım.


Sormam kim olduğunu, önemli değil benim için,

İstersen hiçbir şey yapma, ya da hiç kimse olma,

                                                     gene de sarıp kucaklarım seni ben.


Uzanıyorum pamuk tarlasındaki köleye

                                          ya da tuvalet temizleyene,

Bir öpücük konduruyorum sağ yanağına kardeşçe,

Gönülden yeminler ediyorum onu asla reddetmeyeceğime.


Daha iri, daha zeki bebekler hazırlıyorum

                                                       gebeliğe hazır kadınlar için.

(Çok daha mağrur cumhuriyetlerin tohumunu fışkırtıyorum bugün.)


Koşup yetişiyorum ölen kişi için, kapının topuzunu çeviriyorum,

Çarşafları sıyırıp atıyorum yatağın ayak ucuna,

Hekim ile rahibi evlerine gönderiyorum.


Tutuyorum düşeni,

                          karşı konulmaz bir iradeyle kaldırıyorum yukarı;

Ey çaresiz, tutun boynuma, Tanrı aşkına yıkılma,

                                                    tüm ağırlığını ver üzerime!


Muazzam bir nefesle şişirip yükseltiyorum seni;

Evin tüm odalarını dolduruyorum bölük bölük

Sevgililerimle, ölüme feleğini şaşırtanlarla.


Uyu sen –– gece boyu nöbet bekleyecek onlar!

Ne şüphe el sürebilecek sana ne de ölüm,

Kucakladım seni, bağrıma bastım bundan böyle,

Sabah olup uyanınca göreceksin, doğru çıkacak söylediklerim.


--Aytek Sever’s translation 
Güneş ışığının kibri, ihtiyacım yok senin sıcaklığına—uzan yere!
Yalnızca yüzeyleri aydınlatırsın sen, oysa yüzeyleri de derinlikleri de zorlarım ben.

Yeryüzü! elimde bir şeyler arar gibisin,
Söyle ihtiyar saç topuzu, ne istiyorsun?

Erkek ya da kadın, ne kadar sevdiğimi söyleyebilirim sana, ama yapamam,
İçimde ne olduğunu, senin içinde ne olduğunu söyleyebilirim, ama yapamam,
Neyin hasretini çektiğimi, gecelerimin ve gündüzlerimin çarpıntısının ne olduğunu söyleyebilirim.

Bakın, ders ya da küçük bir sadaka vermiyorum burada,
Verdim mi kendimi veririm ben.

Hey siz, aciz, dizleri tutmayanlar,
Açın kaşkolla tutturulmuş çenenizi, ben içinize cesaret üfleyene dek,
Açın avuçlarınızı, kaldırın ceplerinizin kapaklarını,
Reddedilecek biri değilim, mecbur ederim, hazinem boldur ve hazır dağıtılmaya,
Ve bağışlarım sahip olduğum her şeyi.
Kimsin diye sormam, önemli değil bu benim için,
Hiçbir şey yapama ve bir hiç ol, yine de kucaklayacağım seni.

Meylederim pamuk tarlasındaki köleye, hela temizlikçisine,
Yanağına bir öpücük kondururum aileden biri gibi,
Ve ruhum üstüne yemin ederim onu asla yadsımayacağıma.

Gebe kalmaya uygun kadınlardan daha iri, daha çevik bebeler peydahlarım,
(Bugün çok daha gururlu cumhuriyetlerin maddesini fışkırtıyorum.)

Ölen biri mi var, hızla oraya giderim ve kapının tokmağını çeviririm,
Yatak örtülerini açarım yatağın ayak ucuna kadar,
Gönderirim doktoru da, rahibi de evlerine.

Karşı konulmaz bir iradeyle tutup kaldırırım düşen adamı,
Ey umutsuzluğa kapılan, işte boynum burada,
Tanrı şahidimdir, düşmeyeceksin! ver bütün ağırlığını üstüme.

Muazzam nefesimle ayağa kaldırırım seni,
Evin her odasını silahlı birliklerle doldururum,
Sevgililerimle, mezarları şaşkına çevirenlerle.

Uyu—ben ve onlar nöbet tutacağız bütün gece,
Kuşku duymayasın, kılına dokunmaya cesaret edemeyecek ölüm,
Kucakladım, bundan böyle sahiplendim seni,
Sabah kalktığında göreceksin doğru olduğunu sana ne söylediysem.

--Fahri Öz’s translation

Sonsöz

Şiirin yasalarına göre, söylenmeden kalan şey imgelemi ateşler. “Erkek ya da kadın, ne kadar sevdiğimi söyleyebilirim sana, ama yapamam, / İçimde ne olduğunu, senin içinde ne olduğunu söyleyebilirim, ama yapamam, / Neyin hasretini çektiğimi, gecelerimin ve gündüzlerimin çarpıntısının ne olduğunu söyleyebilirim” (“Kadın ya da erkek! Seni nasıl sevdiğimi söylemek geliyor içimden ama söyleyemiyorum, / İçimden geçeni, yahut senin içindekini söyleyesim geliyor ama söyleyemiyorum, / Çektiğim hasreti, gece gündüz çarpan kalbimi söyleyesim geliyor”) der bu bölümde Whitman. Nedir bunun anlamı? Şairler her erkeğin ve kadının iç yaşamına yön veren gücü tarif etmek için sözcükler aramakla meşguldür. Whitman’ın arzunun gizemi karşısındaki ketumluğu merak uyandırır: Dilin sınırlarının farkında olarak, sözlerinin asıl anlamının, yani satır aralarında söylediği şeylerin ancak çağlar sonra, kendisinin radikal biçimde kapsayıcı olan demokrasi vizyonu pek çok dile tercüme edildiğinde anlaşılır olacağını ima eder gibidir.
Bir yandan da pamuk toplayıcılarını ve “hela temizlikçilerini” (“tuvalet temizleyenleri”) kucaklar Whitman, “gururlu cumhuriyetlere” (“mağrur cumhuriyetlere”) uygun çocuklar “peydahlar” (“hazırlar”), ölen birini ayağa kaldırır, bir başkasına gece boyu nöbetçilik eder. Sevgilileri eşlik eder ona, “mezarları şaşkına çevirenler” (“ölüme feleğini şaşırtanlar”), bir milis birliği gibi evinde konaklayanlar. (Whitman’ın eşya düzeninde hiç kimse savunmasız bırakılmaz.) Ve sabahleyin ölüm döşeğindeki kişi yerinden doğrulduğunda şair ona okurun duyamadığı bir hakikat söyler.
Ilık bir yaz öğleden sonrası, göletin kıyısındaki ormanda köprüye giden patika boyunca, kışın dökülmüş yapraklara, bahar fırtınalarıyla devrilmiş ağaçlara ve öbek öbek yabani havuç çiçeklerine rastlıyorum. Gölgede olmak hoşuma gidiyor; kıyının biraz açığında demirlemiş, göremediğim teknelerden sesler erişiyor buraya. Düşüncelerim iş ve seyahatin karmaşasından başka olanaklara doğru kayıyor. Artık biliyorum ki yaşamımı ve yazılarımı biçimlendiren bu hasrettir ve onun yürek çarpıntısı. Henry Miller, Whitman için “kaba hiyerogliflerle kaplı bir anıt” demiştir. Bana göre bu, Whitman’ın bedenlerimiz ve ruhlarımızdaki en kadim şeylere dair –ve daima görüş alanımızın ötesinde yatan şeylere dair– emareler sunan biri olduğunu anlatır. Şu an birisi sesleniyor göletten, bir başkası yanıt veriyor, kahkahalar yükseliyor uzaklardan.

--Christopher Merrill

Soru

Whitman, “ben”inin muazzam gücünü oluşturmak için bazen eski halk hikâyelerinden ve kahramanlık öykülerinden yararlanır gibi görünür. Teksas Devrimi’nin kahramanlarından biri olan ve “vahşi sınır boyunun kralı” olarak tanınan Davy Crockett, kendi kahramanlıklarına dair pek çok efsane anlatmıştır. Görünüşe bakılırsa, bu efsanelerden biri “Kendimin Şarkısı / Benliğimin Şarkısı”nın bu bölümüyle ilintilidir. “Bir Ocak sabahı,” diye anlatır Crockett, “hava öyle müthiş derecede soğuktu ki, ormanda ağaçlar kaskatı olmuşlardı, kımıldayamıyorlardı ve gün doğmaya çabalarken şafağın kendisi bile donmuştu. . . . Her neyse, Peak o' Day (“Gün Zirvesi”) ve Daybreak Hill’e (“Şafak Tepesi”) doğru yirmi beş mil yürüdükten sonra meselenin ne olduğunu keşfediverdim. Yeryüzü kendi dingili üzerinde donmuştu sahiden, dönemiyordu, güneş de tekerleklerin altındaki iki buz kalıbının arasına sıkışmış, orada ışıldayıp serbest kalmaya çalışırken kendi sopsoğuk terinde donakalmıştı. ‘Ulu Dünya!’ diye düşündüm, en fena takılıp kalma bu olsa gerek, katlanılmaz buna. Bir şey yapmak gerek, yoksa insanın yaratılışı güme gidecek. . . . Yolda yakalayıp sırtıma vurduğum kocaman ayıyı indirip buza yapıştırarak patakladım, ta ki her tarafından sımsıcak yağ sızana dek. Sonra, alıp dünyanın dingili üzerine tuttum onu, bir güzel sıktım, dingilin buzları çözüldü, güneşin yüzüne de yağdan bolca döktüm, yeryüzünün dişli çarkına ters yönde bir tekme çakınca güneş serbest kaldı, ıslığımı öttürüp ‘Ha gayret, ileri!’ diye seslendim, on beş yirmi saniye içinde yeryüzü bir homurtuyla hareket etti. Pek güzel doğdu güneş, beni öyle bir şükran rüzgârıyla selamladı ki hapşırıverdim. Onun saç topuzundan ateş çaktırıp pipomu yaktım, ayımı tekrar omuzladım ve evime doğru yürürken cebimdeki bir parça şafakla insanlara taptaze gün ışığı saçtım.”
Bu efsanede Crockett güneşi yakalayıp “saçının topuzundan” (top-knot: başın üst tarafında, kurdele ve bir saç tutamıyla yapılan, süs amaçlı topuz) ateş çaktırmaktadır. Whitman da bölümün açılış dizelerinde güneşi yakalar ve “ihtiyar topuz kafa” (old top-knot: bazısı saçına topuz yapan Amerikan Kızılderilileri için bir dönem kullanılmış alaycı bir tabir) dediği yeryüzüyle etkileşir. Whitman’ın şiirine abartılı öyküleri katmasının nasıl bir etkisi vardır? Tafrasıyla, abartılı güç iddialarıyla sizce bu bölüm gülünç müdür? Yoksa gülünç unsurlar şairin derinlere işleyen kudret iddiasının ciddiyetini mi destekler?