Önsöz

White woman nursing her Comanche baby
Portrait of Cynthia Ann Parker, a white woman nursing her baby, Prairie Flower (Toposannah). Cynthia was captured by Native American Comanches [..] and bore children including Quanah Parker, the last Comanche Chief.  (Denver Public Library.)

Şimdi, dirilmiş bir halde ve taze bir yaşam gücüyle dolu olarak, şair yeni, gizemli bir avatara bürünür: “dostça ve çağlayarak akan vahşi” (“sıcakkanlı, kabına sığmaz vahşi”). Ortaya çıkan bu Amerikan kimliği yaban doğayla (buradaki savage sözcüğü, ormanı ve yaban doğayı karşılayan bir kökten gelir) özdeşleşir ve Amerikan öncüsü ile Amerikan yerlisinin bir karışımı gibi görünür (bu noktada, Bölüm 11’de yer alan, kürk avcısı ile “Kızılderili kızın” evliliğini anımsayabiliriz). Whitman’ın burada yücelttiği kimlik, tarihçi Frederick Jackson Turner’ın “vahşilik ile uygarlık” olarak tanımladığı uçlar arasında kalan gerilimli kültürel alanda var olur; özgüvenli ve sert Amerikan kimliği sınır boyunda oluşmuştur. Yeni “vahşi” “çağlayarak akar” (“kabına sığmazdır”), çünkü onun kimliği akışkan kalmalı, çevrenin ve koşulların sonsuz değişimlerine uyumlu olmalıdır. Kurulan uygarlık ve kaybolup giden yaban doğa arasındaki durmadan değişen sınırda, sürekli hareket eden hudut boyunda var olmak suretiyle, yeni “vahşi” bir yandan uygarlığın hep Doğu’dan ona yetişmesini beklerken diğer yandan bazı açılardan hep “onu geçmiştir” (“onun ötesindedir”) ve “onu denetimi altına almaktadır” (“üstündür ondan”). Çünkü daha “uygar” olan Doğulu hemşehrilerine göre daha kendiliğinden, daha bağımsız, davranışlarında daha “öngörülmez” (“kanun tanımaz”), konuşmasında daha kaba, bedenen daha rahattır. Yaban doğaya doğru yol almak üzere uygarlığı geride bırakırken, hem uygar yetiştirilme tarzının bazı yanlarını korur, hem de sınır boyu yaşamının gerektirdiği sert pratiği benimser. Daha “vahşi” bir kimliğe doğru rahatça akar ve sosyal bağlarını kanunlar yerine dostluk üzerine kurar.
19. yüzyılda Birleşik Devletler, elbette “kaçınılmaz yazgısının” (manifest destiny) Pasifik Okyanusu’na doğru olan seyri sırasında sınır çizgisini doğudan batıya doğru ilerleterek meydana gelmiştir. O dönem Amerika’nın içerisine doğru genişlediği yaban doğayı tanımlamak için iki yaygın tabir kullanılmıştı: “sınır boyu” (frontier) ve “ormanlık arazi” (backwoods). “Sınır boyu,” sözcüğün “ön taraf” (front) anlamına gelen kökünden dolayı, ulusun yüzünü batıya dönmüş olduğunu, kendi esin kaynağı ve geleceği için yaban doğaya doğru baktığı sırada ülkenin “önünün” batı sınırı olduğunu ima ederken, “ormanlık arazi,” sözcüğün “arka taraf” (back) anlamına gelen kökünden dolayı, ülkenin “arkasında” kalan vahşi batıya (woods) doğru geri geri ilerlerken yüzünü doğuya dönmüş olduğunu, yeni ulusun nasıl olabileceği hususunda model olarak Avrupa’ya ve onun uygarlığına doğru baktığını ima ediyordu. Whitman, Amerika’nın geleceği adına batıya inanıyordu ve şiirin bu noktasında, yaban doğayı uygarlığa dönüştürme yolunda ilk adımları atan nice güçlü ve cesur öncüyü tek bir figürde birleştirir. Sınır boyu yaşamının etkin ve vazgeçilmez olduğu, Kanada’dan Oregon’a, Iowa’ya, Mississippi’ye kadar uzanan tüm yerleri sayar. Amerika’nın sınır boyu deneyiminin, geride kalan Avrupa kültürlerinden çok farklı bir kültürle sonuçlanacağını umuyordu Whitman. Onun “dostça ve çağlayarak akan vahşisi” (“sıcakkanlı, kabına sığmaz vahşisi”) sevecen, sade ve güçlü bir şekilde “alelâde” olan yeni Amerikalı modeline dönüşür, tıpkı şair gibi daha doğal, yapmacıklıktan ve hiyerarşiden daha uzak davranır, konuşur ve sever, önceki uygarlıklara kıyasla bedeniyle daha barışıktır. Dolayısıyla “dostça ve çağlayarak akan vahşi” (“sıcakkanlı, kabına sığmaz vahşi”) çıplak ellerini kullanarak yeni bir kültürü yaratır ve yepyeni davranış “tarzları,” demokratik müşterekliğin yepyeni “etkileri” (emanations sözcüğü etimolojik olarak “dışarıya akış” anlamına gelir) onun “parmaklarının ucundan” zuhur eder ve “havalanıp uçuşur bakışından” (“fışkırır bakışlarından”). O her nereye gitse, yalın bir demokrasi cisme bürünmektedir.

--Ed Folsom

Şu sıcakkanlı, kabına sığmaz vahşi –– kimdir o?

Medeniyeti mi bekler,

                            yoksa ötesinde midir onun, üstün müdür ondan?


Kırda bayırda büyümüş bir Güneybatılı, ya da Kanadalı mıdır?

Mississippi diyarlarından mıdır,

                                         Iowa’lı, Oregon’lu, California’lı mı?

Dağlardan mıdır, bozkırdan, koruluktan mı?

                                        Yoksa bir denizci midir sahillerden?


Nereye gitse aralarına alıp arzular onu kadınlar, erkekler,

Onun sevmesini, dokunmasını, konuşmasını,

                                                                     onlarla kalmasını dilerler.


Davranışı kar taneleri misali kanun tanımaz,

                            sözleri çimenler kadar sade,

                                          saçları taranmamış,

                                                                     güleç ve candan,

Adımları ağır mı ağır, çehresi sıradan, tarzı ve etkisi olağan,

Yepyeni biçimlerle sızıyor hepsi onun parmak uçlarından,

Yayılıyor teninin ve nefesinin kokusuyla, fışkırıyor bakışlarından.


--Aytek Sever’s translation 
Kimdir o dostça ve çağlayarak akan vahşi?
Uygarlığı mı bekliyor, yoksa onu geçti de denetimi altına mı alıyor?

Açık havada büyümüş bir Güneybatılı mı? Kanadalı mı?
Mississippi taraflarından mı? Iowa, Oregon, California?
Dağlardan mı? çayırlardan mı, çalılıklardan mı? yoksa seferden dönen bir gemici mi?

Nereye gitse kabul eder, arzular onu erkekler ve kadınlar,
İsterler ki sevsin onları, dokunsun, konuşsun onlarla, kalsın yanlarında.

Kar tanecikleri gibi öngörülmez davranış, çimen kadar yalın sözcükler, taranmamış saçlar, kahkaha ve saflık,
Ağır adımlar, sıradan özellikler, sıradan tavırlar ve bıraktığı izlenim,
Hepsi yeni şeyler olarak dökülüyor parmaklarının ucundan,
Bedeninin ya da nefesinin kokusuyla havalanıp uçuşuyorlar bakışından.

--Fahri Öz’s translation

Sonsöz

Bu bölümde sorulan ilk soru olan “Kimdir o dostça ve çağlayarak akan vahşi” (“Şu sıcakkanlı, kabına sığmaz vahşi – kimdir o?”) sorusu, 17. yüzyılın başlarında İngiliz yerleşimcilerin Virginia ve Massachusetts’e gelişinden itibaren Amerikalıları meşgul etmişti. Vahşi sözcüğünün (savage) kökü “ormanlara ait olmayı” tanımlar ve Yeni Dünya’nın ormanlarını mesken tutmuş yerli halklar, Hıristiyanlık adına “dağdaki şehri” (a city upon a hill) kurmak üzere bu toprakları alan sözüm ona uygar sömürgecilere bir ucube gibi görünmüşlerdi. Püriten rahibi Roger Williams’ın A Key to the Language of America (“Amerika’nın Dili için bir Anahtar”) adlı yapıtında buna sunduğu yanıt, Narragansett’teki komşularının yerleşimcilerden hiç de farklı olmadıkları şeklindeydi; ama yerleşimciler çoğunlukla onunla aynı kanıda değildi. Williams, Rhode Island’ın yaban doğasına sürgünü sırasında vicdan özgürlüğüne bağlılığından ödün vermedi ve Whitman’ın “Kendimin Şarkısı / Benliğimin Şarkısı”nda övdüğü yeni insanın bir prototipi oldu: serüven ruhunu, açık sözlülüğü ve başkalarını kendi davasına çekme yeteneğini birleştiren biri – demokratik insanın ta kendisi. İster beyaz, ister siyah, ister kızıl, ister sarı tenli olsun, bu kıtada yaşayan herkes adına, birbiriyle ilişki kurmanın hiç kimseye halel getirmeyecek biçimlerini ortaya koyan olağanüstü bir figürdü.
Onu nasıl tanımalıyız? Williams, “Genel anlamda bütün insan soyu, sürekli haber duyma arzusundan muzdariptir” demişti. Ve Ezra Pound’un daha sonraki bir şiir tanımında olduğu gibi “haber niteliğini yitirmeyen haber” yazan ilk Amerikalı’nın bir gazeteci olması tesadüf değildir: Whitman, Batı sınır boylarından, deniz yolculuklarından, kent yürüyüşlerinden, bilimden ve sanattan haberler toplamış, onları kalıcı olacak bir şeye dönüştürmüştür – “yeni şeyler olarak parmaklarının ucundan dökülen. . . izlenimlere” (“yepyeni biçimlerle parmak uçlarından sızan. . . etkilere”). Onun gazete kupürlerinden ve not defterlerine kaydettiği izlenimlerden, fikirlerden ve özlemlerden derlenmiş upuzun şiir dizelerinin vahşi bir güzelliği vardır ve Thoreau’nun “Dünya, varlığını Yaban Doğa ile sürdürür” şeklindeki inancını destekler niteliktedirler. Thoreau’nun son sözlerinin Amerika’nın ilkel kalbine işaret etmesine şaşmamak gerek: “Sığın. Kızılderili.” (“Moose. Indian.”). Whitman gibi, o da, ulusun tek umudunun (İç Savaş’ın en karanlık yılı olan 1862’de ölmüştü Thoreau) bilinen dünyanın ötesinde, yaban doğada yattığını kavramıştı.

--Christopher Merrill

Soru

Bu bölümde Whitman, “ilkel” ve “doğal” tarzda davranışları benimseyen ve aşırı “uygar” ve ahmaklaştırıcı davranış biçimlerini terk ederek Amerikan kültürünü ateşleyen yeni bir tür Amerikan “vahşisini” hayal eder. Sizce belli bir noktada tüm kültürler sınır boylarındaki yaşamla değişikliğe uğramış mıdır? Tüm ülkelerin, “uygar” bölgeleri ve uygar merkezden uzak, onunla zıtlık gösteren “ilkel” ya da “vahşi” bölgeleri var mıdır? Bir kültürün uygar ve vahşi yanları arasındaki gerilimler her zaman verimli midir? Bu gerilimler her zaman ulusal karakterin doğasının değişikliğe uğramasında etkili olur mu?