Önsöz

Snicker's Gap. Watching the stage go by.
Shoulder your duds dear son, and I will mine, and let us hasten forth,
Wonderful cities and free nations we shall fetch as we go....
(Photo F.B. Johnson, c:a 1900)

Şimdi, Whitman’ın bizi bu şiir boyunca çıkardığı, kozmosun en uçsuz bucaksız bölgelerine ve evrenin milyarlarca yıl önceki kökenlerinden bugüne uzanan “sonu gelmeyen yolculuk” (“sonsuz yolculuk”) –dinamik biçimde değişen, ölçülemez bir yaşam gücünün yolculuğu– birdenbire yeniden daralarak, şair ve okurun daha küçük  gibi görünen ama aslında eşit derecede esrarengiz olan yolculuklarına dönüşür. “Ben,” bir kere daha, şiiri okuyan “sen”i kucaklayarak bizi “bir tepenin üstüne” (“tümseğin tepesine”) götürür, orada kütüphanelerin tüm bilgisinin, dinlerin ve felsefelerin üzerinde bir perspektif kazanırız ve şair bize her birimizin kendi adına yürümesi gereken “yolları” (“ana yolu”) işaret eder. Whitman’ın “açık yoludur” bu, sonu olmayan yolculuğudur, geçmiş bilginin ve inancın tüm haritalarını ve kılavuzlarını aşan bir yolculuk, daima “kamusal olarak,” yani etrafımızdaki dünyanın organik bir parçası olarak yaptığımız bir yolculuk (Whitman’ın atomlarımızın ortak oluşu ile ilgili söylediği onca şeyden sonra bu yolculuk nasıl özel olabilir ki?). Whitman’ın imgeleri söz konusu yolculuğu tanıdık, hatta alışıldık kılar; hepimizin daha önce, belki de tüm yaşamı boyunca yürüdüğü bir yoldur bu; şuracıkta, “ulaşılabilir durumdadır” (“erişilebilir bir mesafededir”); hepimiz o yolu hem tek başımıza katederiz hem de bir yandan bize desteğini sunup diğer yandan bizi yavaş yavaş himayesinden azat eden şairle.
Whitman, daha önce defalarca kez betimlediği astronomik enginliğe doğru yeniden uzanır ve tüm kozmosu içine alsa bile daha ötesine genişlemeyi arzulayabilecek, deneyime aç bir benliği (kendi’yi; self) tahayyül eder. Şair kendi ruhu ile nasılsa bizimle de öyledir, mevcut ânın canlı varlıklarında barınan ruhuyuzdur onun. Neticede kendisinin ölü, bizim ise canlı olduğumuzu bize hatırlatır. Şiirin bu son bölümlerinde tekrar tekrar yapacaktır bunu. Fakat ölü şair ile canlı okur olarak buraya beraber gelmişizdir ve biz okuduğumuz ve dönüp (Bölüm 6’daki çocuk gibi) onlardaki anlamı sorduğumuz sürece şair bu yapraklarda canlı bir varlık halinde gömülü bekleyecektir. Bize destek sunmaya hazır olacaktır (tıpkı elimizin ayasını kitabın üzerine koyduğumuz gibi “avucumuzu onun kalçasına yaslayabiliriz” / “şişmiş elimizi kalçasının üstünde dinlendirebiliriz”): Ebediyen bu şiirden doğacaktır o, nasıl ki bizler onu okurken yeni bir bilince doğarsak ve bir gün mesken tutacağımızı bildiği mevcut ânın gitgide daha yoğun şekilde idrakına varırsak.
Bizi yaşam yolcuğuna hazırladığı sırada “bisküvi” ve “süt” gibi rahatlatıcı imgeler sunar Whitman, fakat anlarız ki bize verdiği asıl azık şiirin kendisidir, geride kalan kırk altı bölüm boyunca bizi uyandırıp gözümüzün “çapaklarını temizlemiş / silmiş” olan ve hayatımızın her ânının “göz kamaştırıcı ışığının,” gizeminin ve şiirinin farkında olmamızı sağlamış olan, sayfanın üzerindeki sözcüklerdir. Belki de “gözüpek bir yüzücü” olmanın zamanıdır şimdi – ve şiir böylece sona doğru yaklaştığı sırada, yücelmiş mevcudiyetimizin denizine dalarken şairin bize sunmuş olduğu destekleri bırakıvermek.

--Ed Folsom

Kendimde taşıyorum zamanın ve mekânın en iyi kısmını,

                                         biliyorum, asla ölçülmedi, ölçülemeyecek bu.


Sonsuz bir yolculuk için arşınlıyorum yolları,

                                                                      (gelin ve dinleyin hepiniz!)

Yağmur geçirmez bir palto, dayanıklı pabuçlardır alâmetim

                                                       ve ormandan kesilmiş bir değnek;

Koltuğumda keyif çatamaz hiçbir arkadaşım,

Koltuğum yoktur benim, ne kilisem var ne de bir felsefem,

Kimseyi yemek masasına, kütüphaneye ya da borsaya götürmem,

Ama sürüklerim her birinizi bir tümseğin tepesine,

Sol elimi belinize çengel gibi sararım,

Gösteririm sağ elimle kıtaların manzaralarını

                                                                    ve ana yolu işaret ederim.


Ne ben ne de bir başkası katedebilir o yolu senin için,

Sen onu kendin katetmelisin.


Uzak değil o aslında, erişilebilir bir mesafede,

Belki doğduğundan beri üzerindeydin de bilmiyordun,

Belki de her yerde o, suda ve karada.


Omzuna vur öteberini, canım evlâdım benim,

                            ben de alayım benimkileri, hemen yola düşelim,

Muhteşem kentleri ve özgür halkları peşimize takıp götürelim.


Yorulursan alırım yüklerin her ikisini,

                            şişmiş elini kalçamın üstünde dinlendirirsin,

Sonra sen de bana yardım edersin,

Çünkü yola koyulunca artık durmayalım.


Bugün şafaktan evvel bir tepeye çıktım,

                                                     yıldızlarla dolu göğe baktım,

Ve ruhuma, Bir gün bütün bu gök cisimlerini kuşatıp da

             onların bütün hazzına ve bilgisine sahip olunca,

                                       tatmin olabilecek miyiz acaba? diye sordum;

Hayır, eriştiğimiz yüksekliği aşıp ilerleyeceğiz, dedi ruhum.


Sen de sorular soruyorsun bana, duyuyorum,

Cevap veremem diyorum sana, cevabı bizzat bulmalısın.


Otur yanıbaşıma, canım evlâdım,

Kurabiyeden ye, sütünü iç,

Ama uyuyup da hoş giysiler içinde taptaze uyanınca,

                          bir elveda öpücüğü konduracağım alnına

                                         ve kapıyı açacağım düşmen için yollara.


Sefil düşler gördüğün yeter,

İşte siliyorum gözlerinden çapakları,

Göz kamaştırıcı ışığa hazırla kendini,

                                                       ve yaşamının her ânının pırıltısına.


Ürkekçe yürüdün sığ suda kıyıdan uzatılan değneğe tutuna tutuna,

Gözüpek bir yüzücü olmanı istiyorum artık senden,

Atla denizin ortasına, çık yüzeye, selamla beni, seslen,

                                          kahkahalar atarak sıçrat suları saçlarından.


--Aytek Sever’s translation
En iyisine sahibim biliyorum zamanın ve uzayın, ölçemedi beni hiçbir şey, asla ölçemeyecek de.

Sonu olmayan bir yolculuktayım, (gelin dinleyin hepiniz!)
Alametifarikamdır yağmur geçirmeyen paltom, sağlam ayakkabılarım ve ormandan kestiğim bir sopa,
Hiçbir arkadaşım keyif çatmaz koltuğumda,
Koltuğum yok, kilisem yok, felsefem yok,
Kimseyi buyur etmem sofraya, kütüphaneye, borsaya,
Ama içinizden her erkeği ve kadını buyur ediyorum bir tepenin üstüne,
Sol elim kanca gibi kavramış belini,
Sağ elim işaret ediyor anakaraların ve yolların manzarasını.

Ne ben ne de bir başkası yürüyebilir o yolu sizin yerinize,
Kendiniz yürümek zorundasınız.

Uzak değil öyle, ulaşılabilir durumda,
Belki de doğduğunuzdan beri üzerindeydiniz o yolun, ama farkına varmadınız,
Belki de her yerde o, suda, karada.
Yüklen pılı pırtını evlat, alayım ben de benimkileri, hemen çıkalım,
Harika şehirleri, özgür ulusları görelim yolumuz boyu.

Yorgunsan, ver iki çıkınını da, yasla avucunu kalçama,
Sırası gelince sen de aynı yardımı edersin bana,
Zira başladıktan sonra durmayız bir daha.

Şafaktan önce bu gün bir tepeye tırmandım ve kalabalık göğe baktım,
Dedim ki ruhuma Elde ettiğimizde bu gök cisimlerini ve sahip olduğumuzda hazzına ve bilgisine içlerindeki her şeyin, doyacak mıyız, tatmin olacak mıyız?
Şöyle karşılık verdi ruhum, Hayır, o yükseklere varınca devam edeceğiz ve geçeceğiz ötelere.

Sen de bana sorular soruyorsun, duyuyorum,
Cevabım yok diye cevaplıyorum, kendin keşfetmelisin onu.
Birazcık otur evlat,
Bak yemek için bisküvi var, içmek için de süt,
Ama uyuyunca ve canlanınca yeniden güzel giysiler içinde, öpeceğim seni bir elveda öpücüğüyle ve açacağım kapıyı çıkıp gidebilesin diye.

Yeterince rezil rüyalar gördün,
Şimdi temizliyorum gözlerindeki çapakları,
Hazırla kendini ışığın gözlerini kamaştırmasına ve hayatının her anına.

Kıyıda bir tahta parçasına tutunarak epeyidir yürüdün çekine çekine suda,
Gözü pek bir yüzücü olmanı istiyorum şimdi,
Denizin ortasına atlayıp yeniden suyun yüzüne çıkmanı, beni selamlamanı başınla, bağırmanı ve gülerek ileri atılmanı saçlarınla.

--Fahri Öz’s translation

Sonsöz

Bu bölümde Whitman’ın gözlerimizin “çapaklarını temizlememiz / silmemiz” ve kendimizi varoluşun her ânından saçılan “göz kamaştırıcı ışığa” alıştırmamız yönündeki tavsiyesi bir zorluğu de beraberinde getirir. Bilinmeyene doğru yolculuğu göze almak, önyargı ve yanılgılardan arınmış bir dünyayla buluşmak ve uçsuz bucaksız olan içi ve dışı ölçmek için yeterince gözüpek olmamız gerekir. Şayet şimdiye dek hayal edilmemiş olasılıklara duyarlı ve karşımıza çıkabilecek şeylere karşı bizi körleştiren rutinlerin farkında bir şekilde açık yolu yürüme cesaretine sahipsek, gün ışığında yürüyüşümüz bizi daha derin bir kozmos bilgisine götürebilir. “Algının kapıları arınabilseydi her şey insana olduğu gibi görünürdü, yani sonsuz,” diye yazmıştır William Blake, modern şiirin evriminde bir kilometre taşı olan Cennet ile Cehennemin Evliliği’nde: “Zira kendini kapatmıştır insan, mağarasının daracık çatlaklarından görür her şeyi.” Whitman bu öğüde kulak vermemizi ve yaratıcılığın özünü yaşamın tümüne uygulamamızı salık verir, ki bu da mağaradan ayrılmak ve onca zamandır tam karşımızda olanı görmektir.
Büyüdüğüm kasabanın etrafındaki tepelerde eskiden pencereler ve kupa arabaları için muskovitli cam sağlayıp artık terk edilmiş olan mika madenleri vardı. Girişleri tahta çakılarak kapatılmıştı ama dışarıda cüruflar arasında sarımtırak renkli, yaprak yaprak soyulan maden parçaları olurdu. Bunları gözüme doğru tutup, toprağı, ağaçları ve gökyüzünü sepya renkli ışığa bular, heyecanla dolardım. Dünya, kitaplarımızdaki İç Savaş fotoğraflarının renk tonuna bürünürdü ve fedakârlıkları sayesinde (Whitman’ın “Kendimin Şarkısı / Benliğimin Şarkısı”nda tahayyül ettikleriyle aynı tarzda) yeni bir Amerika anlayışının temelini atan askerlerin deneyimi ile kendi deneyimim arasındaki ayrım bir anlığına bulanıklaşırdı. Ormandaki bu alıştırmalarımın zihnimde hakikatin doğası üzerine yanıtlayamadığım soruları (hakiki olan nedir? hayalî olan nedir?) tetiklemesi ise yıllar sonra oldu. Nihayet bu bilememezliği açık yolun vaadiyle ilintilendirdim.
John Updike, çeşitli yazılarından oluşan bir derlemesine yazdığı önsözde eleştirel çalışmalarının kurmaca yapıtlarıyla olan ilişkisini, sahili eliyle okşayıp teknesini açık denize indirmekten çekinen bir denizci örneğiyle açıklamıştır. Aynı minvalde Whitman da bizden “denizin ortasına atlayıp yeniden suyun yüzüne çıkmamızı” ister – her aşamasında vizyon ve dönüşüm olasılığı bulunan ve bitimsizce serimlenen kâinat dramasını kutlayışına katılmamızı.

--Christopher Merrill

Soru

Bu bölümde şair ona sorular sorduğumuzu duyabildiğini söyler, ama verebileceği yegâne yanıtın “cevabım yok” (“cevap veremem”) olduğunu, “onu kendimiz keşfetmemiz” (“cevabı bizzat bulmamız”) gerektiğini belirtir. Şiirin bu noktasında, Whitman, kendisinin iddia ettiği şeylere dair okurun birçok sorusu olabileceğini hissetmiştir. Sizin bu noktada şaire sorularınız nelerdir? Cevapları kendiniz nasıl bulmaya çalışabilirsiniz?