Önsöz

Whitman between 1866 and 1869 (photo W. Kurtz):  "the sombrero picture--the nice adjustment between light and shade..."
Whitman between 1866 and 1869 (photo W. Kurtz):  "the sombrero picture--the nice adjustment between light and shade..."

Şimdi Whitman’ın dikkati siyahi bir adama kuvvetlice yoğunlaşır; bu (Bölüm 10’da olduğu gibi) ille de bir köle değildir, fakat daha ziyade bir “araba” (“yük arabası”) (dray; bu örnekte, taş taşıyan düz bir at arabası) sürücüsüdür. Zor, ağır bir iştir bu iri yarı adamın yaptığı ve “kendinden emin” (“buyurgan”) bakışları ve “pürüzsüz kapkara kolları, bacakları” (“parlak ve kusursuz uzuvları”) ile işe tamamen hâkimdir. Tıpkı Bölüm 11’de suyun yirmi sekiz genç adamın bedenini yıkadığı gibi, güneş de onun bedenin yıkayıp vurgulamaktadır. Whitman adama daha dikkatli bakmak, güvenli duruşuna gıpta etmek ve ona “sevgisini” ifade etmek için duraksar. Irklar arası bu gelişigüzel, rahat sevgi ifadesi 19. yüzyıl ortasında pek çok okuru bir nebze şoka uğratmış olmalıdır. Ve bu “zenci”nin giyim tarzı, şaşırtıcı şekilde, Çimen Yaprakları’nın 1855 basımının kapağında yer alan (ve bu web sitesinde Bölüm 1’e eşlik eden) Whitman portresinin bire bir aynısıdır; gömleğinin yakası açıktır, “bakışları dingin, kendinden emindir” (“bakışları sakin ve buyurgandır”), şapkası alnının bir yanına sarkıktır (slouched) (“şapkasını itiyor alnından” / “alnından geri kaydırıyor geniş kenarlı şapkasını”). Şairin kendini siyahi sürücü ile özdeşleştirmesi demokratik bir düşünüş tarzına doğru atılan bir başka adımdır, böylece tüm hayatın kucaklayıcısı olur (“ne bir insanı ne de bir nesneyi es geçer” / “bir kişi veya nesneyi eksik bırakmaz”), herkesi ve her şeyi ayrımcılık yapmayan ve daima genişleyen benliğine soğurur.
Dünyaya bu radikal açıklığını sergilemek üzere, şairin bakışı sürücüden onun hükmettiği atlara, sonra da kendi ağır yüklerini çeken öküzlere kayar. Fakat onları gözlemlemekle kalmaz, sığırın gözlerinin içine bakar ve o gözlerde tarifsiz biçimde zengin ve karmaşık, “hayatı boyunca okuduğu tüm yazıların ötesinde” (“hayatı boyunca bütün kitaplarda okuduklarından çok daha fazla”) bir şey bulur. Kendi ayak seslerinden ürkerek havalanan kuşları izler, havada dönüşlerinin biçimine (“bu kanatların ereğine” / “bu kanatlı amaçlara”) hayran olur, sonra evrim şemasında yukarı ve aşağı doğru yaptığı nice geçişlerinden birini icra ederek, çoğu insanın hiyerarşi (insanların hayvanlardan bir şekilde üstünlüğü) olarak düşündüğü şeyi eşitleyici bir özdeşlik olarak tersine çevirir: Kuşu bizzat kendi içinde barındırdığını bilir, kuş ve kaplumbağa ile belli bir seviyede birdir, hepsi de bu dünyada kendi amaçları, eşit derecede anlamlı yolculukları olan yaratıklardır. Biz insanlar, sözcüklerimiz ve aklımızla gurur duyabiliriz belki, ama gözlerimizi ve kulaklarımızı etrafımızdaki dünyaya açarsak çabucak fark ederiz ki, kendimizin şarkısını söyleyen yaratıklar yalnızca bizler değiliz: Alakarga, nota dizisini öğrenmemiştir ama gene de tatlı, hoş bir ezgiyle “şakır” (“öter”). Bir hayvanın gözlerinin içine bakmamızı önerir Whitman – ve kendi özel konumumuza inanma “ahmaklığından” (“aptallığından”) utanıp arınmamızı.

--Ed Folsom

Zenci sıkıca tutmuş dört atın dizginini,

                         aşağıda sallanıyor zincirle bağlı tomruk,

Zenci taş ocağının arabasını sürüyor,

                         döşeme kirişinden bir ayağıyla destek alıp

                                                                     uzun boylu, dimdik duruyor,

Kalın boynu, kaslı göğsü fırlamış yakasından,

                        kuşağının üzerinde bollaşıyor mavi gömleği,

Bakışları dingin, kendinden emin,

                                         şapkasını itiyor alnından,

Güneş vuruyor kıvırcık saçlarına, sakalına,

                         müthiş parlıyor pürüzsüz kapkara kolları, bacakları.


İzliyorum tablolara layık devi, seviyorum onu,

             ama oyalanmıyorum orada, atlarla beraber gidiyorum.


Yaşamın kucaklayıcısıyım ben ––

            nereye gidersem gideyim, ister ileri ister geri doğru döneyim,

                             isterse kıyıdan köşeden, sapa yerlerden geçeyim;

Ne bir insanı ne de bir nesneyi es geçerim,

Her şeyi kendime, şarkımın içine çekerim.


Boyunduruğu ve zincirlerini tangırdatarak

                          dalların gölgesinde duran öküzler,

                                      neyi anlatır gözleriniz?

Gözlerinizde gördüğüm,

            hayatım boyunca okuduğum tüm yazıların ötesindedir.


Uzun yürüyüşüm sırasında akşama doğru

                                                        adımlarım ürkütüyor ördekleri,

Havalanıyorlar sürü halinde, ağır ağır çember çiziyorlar gökte.


İnanıyorum bu kanatların ereğine,

Onaylıyorum içimde kıpırdayan kızılı, sarıyı, beyazı,

Bir maksat görüyorum yeşilde, eflatunda, kabarık sorguçlarda,

Ve küçümsemiyorum kaplumbağayı

                                     başka bir şey değil diye,

Ve alakarga nota bilmez belki ama

                         gayet hoş şakır ormanda bana göre,

Doru kısrağın bakışları

                         beni mahcup ederek arındırır ahmaklığımdan.

--Aytek Sever’s translation

                                                         

 

Zenci sıkıca tutuyor dört atının dizginini, altta fren demiri sallanıyor bağlı olduğu zincirde,
Taş ocağının yük arabasını süren zenci, bir ayağı sürücü basamağının üstünde, kıpırdamadan, boylu boslu duruyor,
Mavi gömleğinden görünüyor heybetli boynuyla göğsü, kuşağının üstünden gevşetiyor gömleğini,
Bakışları sakin ve buyurgan, alnından geriye kaydırıyor geniş kenarlı şapkasını,
Güneş kıvırcık saçlarına, bıyıklarına düşüyor, oradan parlak ve kusursuz uzuvlarına.

Bu resim gibi insan azmanına bakıyorum ve seviyorum onu, durmuyorum oracıkta,
Atlarla birlikte ben de gidiyorum.

İçimde hayatı kucaklayan şey her nereye giderse, ister ileriye ister geriye,
Yandaki oyuklara ve eğilmiş gence, bir kişi veya nesneyi eksik bırakmadan,
Hepsini kendim için alıp özümsüyorum ve bu şarkı için.

Boyunduruğunu, zincirini şakırdatan ya da yapraklı gölgede duran öküzler, nedir gözlerinizle anlattığınız şey?
Bana öyle geliyor ki çok daha fazlası hayatım boyunca bütün kitaplarda okuduklarımdan.

Ayak seslerim ürkütüyor gün boyu süren uzun yürüyüşümde erkek ördekle karolin ördeğini,
Birlikte havalanıyorlar, yavaşça dönüyorlar havada.

Bu kanatlı amaçlara inanıyorum,
Ve kabulleniyorum içimde oynayan kırmızıyı, sarıyı, beyazı,
Ve görüyorum yeşil ve morun ve sorguçlu kafanın kasıtlı davrandığını,
Değersiz bulmuyorum kaplumbağayı başka bir şey değil diye,
Ormandaki alakarga hiç prova etmemiştir nota dizisini, ama ötüşü çok hoş gelir bana,
Doru kısrağın bakışı utandırır beni içimdeki aptallıktan.

--Fahri Öz’s translation

Sonsöz

Ortaklaşa olandan bireysel olan Ben’e, benzer fikirdeki bir ruhlar topluluğundan evrendeki her şeyle moleküler düzeyde birleşen yalnız bir benliğe (kendi’ye; self) doğru bir yolculuğa girişir Whitman “Benliğimin Şarkısı / Kendimin Şarkısı”nın çeyreğine denk gelen Bölüm 13’te. Taş ocağının arabasını araziye doğru süren siyahi adama ve koşulu atlara katılır; insan aklının sınırlarının farkında olarak, çevredeki her kovuğu, öküzleri, kuşları, “dalların gölgesini” (“yapraklı gölgeyi”) kendine soğurur. Burada, İznik Amentüsü’nde (İznik İnanç Bildirgesi; İznik İman Bildirisi) tasdik edilen Rab olan, yaşam veren (Rab ve yaşam kaynağı olan), yerini “yaşamın kucaklayıcısına” (“içimde hayatı kucaklayan şeye”) bırakır ve Whitman varlığın birliğine dair bildirisinde kasıtlı olarak Kilisenin Kurucuları’nın Kutsal Ruh (Rûhulkudüs) için münasip gördükleri dili (“Tek kutsal, evrensel Kilise’ye inanıyoruz. Günahların bağışlanması için tek bir vaftizi kabul ediyoruz.”) aksettirir, böylece temayüllerimizin yelpazesini genişletir. İnancının işaretleri, Kutsal Ruh’un simgesi olan güvercinle değil, şarkısına, amentüsüne (credo) ayak uyduran “ördeklerle” (“erkek ördekle karolin ördeği”), alakargalarla taşınır: “İnanıyorum bu kanatların ereğine, / Onaylıyorum içimde kıpırdayan kızılı, sarıyı, beyazı” (“Bu kanatlı amaçlara inanıyorum, / Ve kabulleniyorum içimde oynayan kırmızıyı, sarıyı, beyazı”). Gökkuşağının renkleri, yeryüzündeki tüm soylar, telekler ve çiçekler, kaplumbağa ve doru kısrak; hepsi şairin tahayyülünü ateşler ve şair, İznik Konsili’nde piskoposların şekillendirdiği Teslis’ten daha büyük bir şeye olan inancını beyan eder. Bir hayvandan daha çok şey bildiğimizi sanmak ne ahmakçadır! Aynı sürüden olmadığımızı düşünmek daha da ahmakça…

--Christopher Merrill

Soru

Amerikan kahvaltılık gevrek kralı ve vejetaryen Will Kellogg, bir defasında, bir insanın gözleri olan herhangi bir şeyi nasıl yiyebileceğini sormuştur. Soru sarsıcıdır, zira sahiden mistik bir şeyler vardır gözlerle ilgili olan (yüzyıllardır söylendiği üzere, “gözler ruhun penceresidir”). Sizin türler arası ne gibi göz göze bakışma deneyimleriniz oldu ve hayvanların gözlerinde, öteki insanların gözlerinde gördüklerinizden farklı olarak neler bulabilirsiniz?