Önsöz

Whitman with a ribbon bow
Whitman with a ribbon bow

Whitman, bir keresinde, eğitim üzerine bir yazısında, “Eski çağların ve günümüzün iyi beyinleri en yakın ve alelâde olanın daima en son fark edildiği hususunda hemfikirdir” demişti. Çoğumuz kendimizi uzak ve soyut şeylere vakfederek ömrümüzü geçirir, her zaman etrafımızda olan mucizelere kendimizi duyarsızlaştırmış olduğumuzu ancak iş işten geçince anlarız. Bu bölümde Whitman, demokratik kimliğe dair en radikal bildirisini sunar: “Alelâde, ucuz, yakın, kolay ne varsa işte oyum Ben” (“En sıradan, en ucuz, en yakın, en kolay ne varsa Ben’im”). Şairin amentüsüdür bu: Kendisini egzotik, uzak, zor, ya da masraflı olanda değil, her gün karşılaştığı sıradan insanlarda, dünyasını mesken tutan ve şenlendiren hayvanlarda keşfeder. Önceki bölümde yer alan hayvanlarla ilgili gözlemini sürdürerek, burada kendisine “Vak vaak!” (“Ya-honk”) diye seslenen “yaban kazı” (“erkek yaban kazı”) ile bir anlığına söyleşir; kuşların seslerini kibirli bir şekilde hor görmeyi benimsemiş arsız ya da “lakayıt” (“şımarık”) insanların aksine, o sese “kulak verir” (“iyi dinler”) ve onda derin anlamları olan bir şeyler bulur.
Şairin “yaban kazı / erkek yaban kazı” (wild gander) ile karşılaşması, aynı sözcüğün ikinci anlamıyla bizzat “bakıştır” (gander, etrafı görmek için kaz gibi boynunuu uzatmak, uzunca bakmak anlamına gelir): Whitman kaza bakar ve onun sözel olmayan bağırtısını harflere döker. Bu, şairin etrafında bulunan doğal dünyaya olan saygısının bir örneğidir; söz konusu bitki ve hayvan dünyası bize görmenin yollarını öğretir (ve tıpkı “gander” örneğinde olduğu gibi, nasıl gördüğümüzden söz etmeyi: Örneğin, dikkatli bir gözlemciysek eğer, “kartal gözlü” veya “şahin gözlü” olduğumuz söylenir). Whitman’ın şiiri boyunca kuşlar sürü halinde ilerler ve bunun nihai sonucu, daha sonra göreceğimiz üzere, bir “benekli şahinin” ziyareti olacaktır. Şair hayvanlarla, bitkilerle ve doğal dünyayla olan karşılaşmalara gözünü dört açmıştır ve “düşkünüdür açık havada serpilip boy atanların” (“âşığıdır dışarıda büyümenin”), çiftlikte, okyanusta ya da ormanlarda çalışanlarla birlikte vakit geçirmenin.
Burada Whitman bir tür müsrifliği, “çoğalarak geri dönmek için kendini saçıp savurmayı” (“büyük kârlar için harcamalar yapmayı”), “kim talip olursa” (“alacak ilk kişiye”) kendini sonsuz bir şekilde sunmayı, kendini daima “bolca” (“özgürce”) “saçmak” için fırsat kollamayı salık verir. Neyi varsa verecek; çevresindeki dünyanın kendisine “büyük” ve sonsuz biçimde şaşırtıcı “kârlar” yağdırması (“çoğalarak geri dönmek”) için kendini etrafındaki her şeye sunmayı göze alacaktır.

--Ed Folsom

Serin gecede sürüye yön veriyor yaban kazı,

Vak vaak! diyor, bir davet yolluyor bana sanki,

Lakayıt birine anlamsız gelebilir ama kulak veriyorum ben,

Duyuyorum yerini, duyuyorum maksadını kış göğüne karşı.


Sivri toynaklı iri kuzey geyiği, eşikteki kedi,

                                                      baştankara, çayır köpeği,

Yavruları memelerine yapışmış, homurdanan domuz,

Kanatlarını kabartmış dişi hindi ve civcivleri ––

Görüyorum hepsinde ve kendimde aynı kadim yasayı.


Binbir türlü duygu filizleniyor ayağımı yere bastığımda,

Tarif etmek için ne yaparsam yapayım

                                         gülünç hallere düşürüyorlar beni.


Düşkünüyüm açık havada serpilip boy atanların,

Sığırlar arasında yaşayan

              ya da okyanusun, ormanların havasını taşıyan adamların,

İnşaatçıların, gemi dümencilerinin,

                          balta ve tokmak sallayanların, at arabacılarının ––

Elimden gelse haftalar boyu onlarla yiyip içer,

                                                                     onlarla yatıp kalkarım.


Alelâde, ucuz, yakın, kolay ne varsa işte oyum Ben;

Talihimin peşinde saçıp savuruyorum kendimi,

                                                   çoğalarak dönüyorum geri;

Kim talip olursa kendimi sunabileyim diye

                                                                    süsleniyorum bir güzel;

Gökten lütuflar yağsın demiyorum ben istedim diye,

Varımı yoğumu bolca saçıyorum kendimden.

--Aytek Sever’s translation

Erkek yaban kazı sürüsünün başında gidiyor gece serinliğinde,
Ya-honk diye bağırıyor, sesi bana bir davetmiş gibi geliyor aşağıda,
Şımarıklara anlamsız gelebilir bu, ama iyi dinlerlerse,
Bulacaklardır amacını ve yerini ta orada, kış göğünde.

Kuzeyin sert toynaklı Kanada geyiği, kapı eşiğindeki kedi, baştankara, çayır köpeği,
Homurdanan dişi domuzun meme uçlarını çekiştiren yavruları,
Yarı açık kanatlarıyla hindi ve civcivleri,
Onlarda ve kendimde aynı eski kanunu görüyorum.

Yere basınca ayağımı yüzlerce sevgi çıkıveriyor ortaya,
Hepsi de küçümsüyor anlatmaya kalkacağım en iyilerini.

Dışarıda büyümenin âşığıyım,
Sığırların içinde yaşayan, okyanusun ya da ormanın tadını alan insanların,
İnşaat işçilerinin, gemilerde dümen tutanların, balta ve tokmak kullananların ve at sürüsü güdenlerin,
Onlarla yemek yiyip uyuyabilirim haftalar boyunca.

En sıradan, en ucuz, en yakın, en kolay ne varsa Ben’im,
Şansımı deniyorum, büyük kârlar için harcamalar yapıyorum,
Donanıyorum beni alacak ilk kişiye vermek için kendimi,
İstemiyorum gökyüzünün aşağılara inmesini iyi niyetim için,
Onu daima saçıyorum özgürce.

--Fahri Öz’s translation

Sonsöz

“Müzik süreklidir,” der Thoreau, “yalnızca dinlemektir aralıklı olan.” Whitman bu bölümde bize nasıl dinleyeceğimizi öğretir, sıradan olanın müziğini, tüm konserlerin en ihtişamlısını duymaya bizi davet eder. Açın kendinizi, diye salık verir okurlara, açın – yaban kazının şarkısına, “Vak vaak’”a (“Ya-Honk”), emziren domuzun homurtusuna, attığımız her adımda yerden “filizlenen” (“çıkıveren”) “duygulara” (“sevgilere”). Anlaşılan, dört bir yanda “aynı kadim yasa” (“aynı eski kanun”) geçerlidir ve bu örgüde müzik vardır.
Thoreau’nun kavrayışı, John Cage’in 4’33” adlı kompozisyonuna esin vermiştir; burada piyanistin, yapıtı oluşturan dört dakika kırk üç saniye boyunca hiçbir şey çalmaması, dinleyicinin olanı duyması için boşluk yaratması gerekir: Tekinsiz bir sessizlik belki; ve ayrıca çevrenin sesleri, müziği – soluk alıp veriş, bekleyiş. Az şey değildir kulakları böyle bir müziğe akort etmek; 4’33”’ün prömiyeri bazı çevrelerde tepki uyandırmıştır. Etrafımızdaki müziği duymamayı yeğleriz. Bilmek istemediklerimiz ne çoktur! Fakat duyabilecek kulakları olanlar için büyük ıstırapta bile müzik (Emily Dickinson’ın sözleriyle, “dingin bir duygu”) vardır – sağırlar veya işitme güçlüğü olanlar için bile. Zira dinleme duyusal bir meseledir: Yaratılışın müziğini hem kulaklarımızla içimize çekeriz, hem de gözlerimiz, burnumuz, dilimiz ve tenimizle. Tıpkı Odysseia’da memleketlerine doğru yol alan denizcilerin, gemi kazalarına neden olacak derecede güzel şarkı söyleyen büyücü kadınların yani Sirenlerin adasına yaklaşırken kulaklarını balmumuyla tıkadıkları gibi duyularımızı kapatsak bile, varlığımızın tüm lifleri dinlemek için can atar. Gene de hayatı müphem bir yoksunluk içinde geçirmektense, Odysseus’un yaptığı gibi kendimizi gemi direğine bağlatıp, yüreği arzuyla dolduran müziğe kulak vermek daha iyidir. Bir dinleyebilsek! Hamlet’in dediği gibi, ah, asıl güçlük burada (ah, there’s the rub) – ki onun da kendi müziği var…
 
--Christopher Merrill
                          

Soru

Whitman yaban kazının bağırtısını yansımalı bir sözcükle ifade ediyor: “Vak vaak!” (“Ya-honk!”). Sizin dilinizde kuşların ötüş ve bağırışları nasıl ifade edilir? İngilizcede baykuş sesi genellikle “Who?” (“huu” olarak okunup “Kim?” anlamına gelen bir sözcük) şeklinde uyarlanır ve sorunun bir kuştan geliyor olmasının anlamı derindir; o yüzden İngilizcede baykuş bilgelikle ilişkilendirilir. Değişik kuşların ve çıkardıkları seslerin sizin dilinizde ne tür çağrışımları vardır?