Önsöz

The infamous butterfly photo-portrait: in touch with nature?
The infamous butterfly photo-portrait: in touch with nature?

Temasın esrimesini ve zirveye ulaşan o halin verimli dinginleşme ve yatışmasını betimledikten sonra, Whitman şimdi, bizzat temasın bize öğrettiği “dersi” (“hikmeti”) düşünmek için duraksar. Beklendiği üzere demokrasiyi öğretir o.  Sıradan, gündelik temas öyle yaygındır ki onun ne denli mucizevi olduğuna karşı hissizleşmişizdir: “Bir dokunuştan daha az ya da daha çok ne var ki?” (“Bir dokunuştan daha öte ne olabilir?”). Dünyanın “şeylerine” (“varlıklarına”) bakarken herhangi biz zamanda karşılaşacağı her türden “gerçeğin” (“hakikatin”) “bütün şeylerin içinde beklemesi” (“her varlıkta beklemesi”) gerektiğini fark eder Whitman, zira dünya daima ve mutlaka cisimleşmiş haldedir. Hiçbir şey maddelerin dışında var değildir: Dünyanın “şeyleri” (“varlıkları”) daima yaşam ve ölüm süreci, yapım ve bozulum süreci içindedirler, ama bu süreçler daima maddeler içerisinden işler ve dolayısıyla (20. yüzyıl şairi William Carlos Williams’ın dediği gibi) “fikirler şeylerdedir ancak.” Yaşadığımız ânın içinde dünyanın cismani şeyleriyle olan duyusal bir ilişki, neticede hakikati keşfetmemiz için tek yoldur, çünkü hakikat bütün şeylerden kendiliğinden doğar ve “önemsiz şey büyüktür herhangi bir şey kadar” (“en cüzi şey en büyüğü kadar önemlidir”). Soyut “gerçekleri” (“hakikati”) formüle etmek için çokça gayret gösterebiliriz, tıpkı “mantık ve vaazların” hep yapmaya çalıştığı gibi; fakat gerçeklik “doğum uzmanının forsepsi” (“doğum gereçleri”) gerekmeden tüm şeylerden doğar; tam orada, etrafımızdaki şeylerdedir ve çıkarılmak için mantığın kıskaçlarına gerek duymaz. Dünyadaki her şeyin engin gizemlerine gözümüz kör olabilir, ama gene de oradadır onlar, gözlerimiz, kulaklarımız, tatmamız ve dokunmamız için algılanabilir durumdadırlar: ister gün doğumu olsun, ister bok böceği, ister şekerciboyası, isterse “gecenin rutubeti” (“gecenin nemi”) ya da ayaklarımızın dibindeki “ıslak toprak” olsun, bilebileceğimiz tüm hakikatler daima tam karşımızdadır.
Şimdi, cinsel esrimenin çalkantısının ve meni fışkırmasının (“bir damlam” / “bedenimden tek bir damla”) ardından beyni “yatışmış” durumdayken, yaşadığı erotik deneyime kafa yorabilir şair: Doğurganlığın “ıslak toprakta” (“bereketli yağmur” ya da “rahmet” yüzünden “ıslaktır”) saklı olduğunu fark eder ve anlar ki nihai gerçeklik (tüm bilgi özetlerinin ya da derlemelerinin ötesindeki “özetler özeti” / “derlemeler derlemesi”) hemen oracıkta, “erkeğin ve kadının teninde” (“her kadın ve erkeğin bedeninde”), onların bedensel diriminde, insanların birbirlerine karşı hissettikleri bedensel arzudadır. Bu arzu bir bedenin bir başka bedene olan sevgisi olarak ifade edilebilir, ama o “hisler” “sınırsızca dallanıp budaklanarak” (“sınırsızca dal budak salarak”) “her şeyi yaratan” (“mutlak bir kudret”) haline gelecek, sonunda bireysel arzu tüm dünyaya saçılacaktır. Böylece bizler “mutluluğu” (“sevinci”) sadece sevgilimizde değil tüm insanlıkta ve dünyanın tamamında hissederiz.

--Ed Folsom

Her varlıkta bekler hakikat,

Ne acele eder doğmak üzere ne de direnir,

Doğum gereçleri olmadan, kendiliğinden dünyaya gelir,

En cüzi şey benim için en büyüğü kadar önemlidir,

(Bir dokunuştan daha öte ne olabilir?)


Ne mantık yoluyla ikna olur insan ne de vaazla,

Gecenin nemi daha derinlere işler ruhumda.


(Kendi kanıtını herkese sunan şey geçerlidir yalnızca,

Kimsenin reddetmediği şey geçerlidir yalnızca.)


Yatıştırıveriyor beynimi tek bir an ve bedenimden tek bir damla,

İnanıyorum ki ıslak topraktan âşıklar çıkıp ışık saçacak,

Bedeniyle bir derlemeler derlemesidir her kadın ve erkek,

Onların karşılıklı hisleri bir zirvedir ve bir çiçek,

Aynı hikmetten sınırsızca dal budak salarak

                                                      mutlak bir kudrete erişecekler,

Ve onlar, bizler, hepimiz ve her birimiz

                                                      nihayet yekpare sevince dönüşecek.

                      

--Aytek Sever’s translation 
Bütün gerçekler bekler bütün şeylerin içinde,
Ne acele ederler doğmak için, ne de direnirler doğumlarına,
İhtiyaçları yoktur doğum uzmanının forsepsine,
Önemsiz şey büyüktür benim için herhangi bir şey kadar,
(Bir dokunuştan daha az ya da daha çok ne var ki?)

Mantık ve vaazlar asla ikna edici gelmez bana,
Gecenin rutubeti daha derinlerine işler ruhumun.

(Yalnızca kendini her erkeğe ve kadına kanıtlayan şey öyledir,
Yalnızca kimsenin yadsımadığı şey öyledir.)

Bir dakikam, bir damlam yatıştırır beynimi,
İnanıyorum ıslak toprak dönüşecek sevgililere ve lambalara,
Ve özetlerin özeti tenidir erkeğin ve kadının,
Ve birbirlerine duydukları hisler bir zirvedir, bir çiçektir,
Ve sınırsızca dallanıp budaklanacaktır o dersten her şeyi yaratan hâline gelene dek,
Biri ve herkes bizi mutlu edene dek ve biz de onları.

--Fahri Öz’s translation

Sonsöz

Bahar yağmurları bitmişti ve Türkmenistan, Merv’deki bir kalede kazı yapan arkeologlar bulgularını tartışmaya can atıyorlardı: bir duvar, yeraltı odaları, metal paralar. Bir öküz kemiğinin keşfi bir tarım toplumunun varlığına; beş bin yıl önce kurulmuş Mezopotamya veya Çin tarzı bir medeniyete işaret ediyordu. İple sınırlanmış dörtgen alanlarda toplanan çömlek parçaları, insan yerleşiminin işaretlerini okuma sanatında eğitimli olanların bilgiye dayalı tahminlerini bekliyordu. Sıcak bir mayıs sabahı başörtülü, yaşlı bir kadının işçilere önce bir toprak yığınını, sonra bir diğerini elekten geçirmelerini emredişini seyrettim; eski dünyanın bir resmini zihninde canlandırıyor olmalıydı (daha doğrusu ben öyle hayal ettim): hükümdarlar ve tebaa, silahlar ve pişirme kapları, ekin ve hasat ayinleri. Ve dahası: fırtınalar, depremler, salgınlar… Whitman’ın bu bölümde hatırlattığı üzere “bütün şeylerin içinde bekleyen” (“her varlıkta bekleyen”) gerçekleri keşfetmek ne arkeolog için az şeydir ne de sanatçı için; çünkü gerçekler “ne acele ederler doğmak için, ne de direnirler doğumlarına” (“ne acele ederler doğmak üzere ne de direnirler”). İşin sırrı; tüm büyük ve küçük şeylerde yaratılış kıvılcımını, özü fark etmektedir. Zira her şey önemlidir.
Rainer Maria Rilke’nin Auguste Rodin’in stüdyosunda öğrendiği ders de buydu. Bir  gün heykeltıraş ona ne yazdığını sormuştu. Hiçbir şey, demişti şair; bunun üzerine Rodin ona hayvanat bahçesine gitmesini ve bir hayvanı kâğıda aktarıncaya dek gözlemlemesini tavsiye etmişti: Böylece onun yüzlerce şey-şiirinin (Ding-Gedicht) ilki olan “Panter” (Der Panther) şiiri doğdu. Şair bu şiirleri Yeni Şiirler’i (Neue Gedichte, 1907) oluşturan iki ciltte bir araya getirdi ve yapıt William Carlos Williams, Francis Ponge, Pablo Neruda ve diğerlerinin yazdıklarıyla beraber gündelik nesnelerde varlığın anlamına dair ipuçları bulmayı esas alan modern geleneği kuran temel metinlerden biri oldu. Esasen Whitman’ın tüm soruların en önemlisini sorarak başlattığı bir gelenektir bu: “Bir dokunuştan daha az ya da daha çok ne var ki?” (“Bir dokunuştan daha öte ne olabilir?”). Yanıt sevgidedir. Türkmen arkeolog bir çömlek parçasını güneşe doğru kaldırdı ve gülümsedi.

--Christopher Merrill

Soru

Sırf dünyadaki fiziksel bir şeye dikkatle bakmanın size kitaplarda okuduğunuz ya da konferanslarda, vaazlarda duyduğunuz her şeyden daha anlamlı göründüğü bir an hatırlıyor musunuz? O şeyde bekleyen hakikat neydi?