Önsöz

Whitman: the mournful gaze.  (Photo V. W. Horton, 1871)
The mournful gaze.  (Photo V. W. Horton, 1871)

Bölüm 33’ün sonundaki ölüm, çile ve ıstırap kataloğu Bölüm 34’te devam eder, fakat şairin Bölüm 33’te olaylara, şeylere ve insanlara dair kaydettiği anlık görüntüler şimdi yavaşlayarak bir dizi uzun soluklu anlatıya dönüşür. Bunların ilki, Meksika Savaşı’na giden yolda Teksas’ın bağımsızlığı üzerine yapılan çarpışmalardan birinde vuku bulan bir toplu katliamın tarihsel olarak hatırlanışıdır. Çoğu okur bunu “Alamo bölümü” olarak hatırlar ve her ne kadar Alamo’dan bahsedilmişse de, burada aktarılan olay, aslında 1836’da Goliad’da Teksas korucularının katledilişidir. Bölüm 11’deki, bir tür akışkan bedensel esrime içinde çırılçıplak yıkanan “yirmi sekiz genç adamı” yeniden gözümüzün önüne getirebiliriz; bu bölümdeki, katledilişlerinin ardından bedenleri yakılan “dört yüz on iki genç adam” onlarla keskin bir tezat oluşturur. Şayet Whitman’ın özümseyici “Ben”i savaş, nefret ve hizipçilik olgularını bünyesine toplamayı başaramasaydı samimi olmazdı. Bu olgular, şairin Amerika’nın umut dolu geleceği olarak gördüğü ve “Tüm uluslar burada – yeryüzündeki tüm soylar için bir yuva” diyerek hayal ettiği demokratik birliğe ve çoğulluk sevgisine doğru ilerleyen evrimin altını oymak üzere daima iş başındadır.
Fakat savaş, özü itibarıyla bölünmeyle ilgilidir. Savaşta bir tarafın saldırganlık, nefret ve kötülük olarak nitelediği şey, diğer tarafa göre adalet, cesaret ve kahramanlıktır; bir taraf için “katliam” olan, diğer taraf için düşmanın zulmüne haklı bir yanıttır. Savaşın kaçınılmaz gerçekliği, her iki taraftan “genç adamların” (ve giderek, kadınların) sakat bırakılması, katledilmesi ve kutsal olan bedenlerinin –yaşayan ruhların duyusal vasıtasının– küle döndürülmesidir. Whitman, gençlik dönemindeki gazeteciliği sırasında genel anlamda Meksika Savaşı’nı desteklemişse de, yaşamının sonraki yıllarında “ulusumuzdaki Hispanik unsur”dan tutkuyla bahsetmiştir: “Geleceğin bileşik Amerikan kimliğine en çok ihtiyaç duyduğu bazı kısımları Hispanik karakter sağlayacaktır. Hiçbir soy bundan daha ulu bir tarihsel geçmişe sahip değildir – din ve inanç bakımında, yahut vatanseverlik, cesaret, adap, vakar ve şeref bakımdan ulu. . . . Güneybatı topraklarımızın Hispanik soyuna ilişkin olarak şurası kesindir ki, ondaki ırk ögesinin haşmeti ve seçkin değerini henüz takdir etmiş değiliz. Kim bilir; belki de bu öge bir yeraltı nehrinin akışı misali bir ya da iki yüzyıl görünmez kaldıktan sonra şimdi en engin akışla ve kalıcı etkinlikle doğmak üzeredir.”
Öte yandan bu bölümü, Whitman’ın, Meksikalılar’ın vahşice bir eylemi olarak betimlediği bir olaya olan öfkesini ve neticede galip gelen demokratlara karşı muazzam toprak kayıpları yaşamayı hak ettiklerini ifade ederek, Birleşik Devletler’in kaçınılmaz yazgısına (manifest destiny) dair şoven bir inancı seslendirişi olarak okumak da cazip gelebilir. Oysa yakın zamanlı bulgular Whitman’ın bu katliamın tasvirini olaylara tanık olan Meksikalı bir subayın günlüğünden almış olabileceğine işaret etmiştir. Dolayısıyla buradaki “Ben,” olanları anlatmak suretiyle karmaşık bir tür kültürel kesişmeyi icra eder. Her halükârda buradaki vurgu fiziksel kayba, bizzat fizikselliğin yitirilişine yöneliktir; çünkü savaşın kaçınılmaz bedelini, savaşmaya ikna veya mecbur edilenlerin bedenleri öder. Ve önceki bölümde söylendiği üzere, “acılar bir kat elbisedir bana” (“değiştirdiğim giysilerimdir acılar benim”). Şair bu bölümde ıstırap ve ölümün kılığına bürünmüştür.

--Ed Folsom

Gençliğimden bildiğim bir hikâyeyi anlatacağım şimdi Teksas’tan,

(Alamo’nun düşüşü değil anlattığım,

Sağ kurtulan olmadı Alamo’dan ki olanları anlatsın,

Sessizce yatıyor hâlâ Alamo’da yüz elli kahraman;)

Hikâyesidir bu zalimce katledilen dört yüz on iki genç adamın.


Geri çekilerek, ortası boş bir dörtgen oluşturmuşlar,

                                         eşyalarından göğüs siperi yapmışlardı,

Etraflarını saran, sayıca kendilerinin dokuz katı düşman askerinden

                                         dokuz yüz tanesinin canını almışlardı önceden,

Ve komutanları yaralanmış, cephaneleri bitmişti,

Şereflice teslim olmak için anlaşarak

                          imza ve mühür karşılığında silahlarını bırakmışlar,

                                                                               savaş esiri olmuşlardı.


Teksas korucularının gururuydu onlar,

Atları, tüfekleri, şarkıları, yiyip içmeleri, çapkınlıklarıyla

                                                                              eşi benzeri yoktu onların,

İri yarı, deli dolu, cömert, yakışıklı, mağrur, sevecendiler,

Sakallı ve kavruk tenliydiler, avcılar gibi serbest giyinmiştiler,

Biri bile büyük değildi otuz yaşından.


İkinci pazar gününün sabahı

                                         manga manga avluya çıkarılıp katledildiler,

                                                                   tam bir yaz havasıydı,

Saat beşte başlayıp sekize kadar sürdü bu katliam.


Diz çök emrine uymadı hiçbiri,

Çaresiz son bir hamle yaptı kimisi kaçmak için,

                                                     kaskatı, dimdik durdu kimisi,

Anında yere yığıldı alnından ya da kalbinden vurulanlar,

                                       üst üste yığıldı ölenlerle canlı kalanlar,

Tozun toprağın içinde kıvranıp çırpındı

                             yaralanmış, kolu bacağı parçalanmış olanlar,

                                                                  gördü onları yeni gelenler,

Sürünerek kaçmaya çalıştı ölmemiş olanların bazıları,

Süngülerle icabına bakıldı bunların, tüfek dipçikleriyle dövüldüler,

Yaşı on yedi bile olmayan genç bir tanesi

                                        yakasına yapıştı infazcısının,

                                                    başka iki tanesi gelip kurtardılar,

Üstleri başları yırtılıp oğlanın kanıyla kaplandı üçünün de.


Saat on birde yakmaya başladılar cesetleri;

Hikâyesi böyledir işte

                           dört yüz on iki genç adamın katledilişinin.


--Aytek Sever’s translation
Şimdi anlatıyorum ilk gençliğimde Texas’ta ne olup bittiğini,
(Alamo’nun düşüşünden bahsetmiyorum,
Bir kişi bile kurtulmadı Alamo’nun düşüşünü anlatacak,
Yüz elli kişi hâlâ dilsizdir Alamo’da.)
Bu dört yüz on iki genç adamın acımasızca katledilişinin hikâyesidir.

Bir yanı açık kare şeklinde geri çekildiler, teçhizatlarını göğüs siperi niyetine kullanarak,
Kendilerini kuşatan dokuz kat kalabalık düşmandan dokuz yüz can almışlardı işin başında bedel olarak,
Albayları yaralanmış, cephaneleri tükenmişti,
Onurlu bir şekilde teslim olmayı kabul ettiler, mühürlü bir anlaşma geldi ellerine, bıraktılar silahlarını ve geri çekildiler savaş esiri olarak.

İftiharıydılar korucu sınıfının,
Üstlerine yoktu ata binmede, tüfekte, şarkıda, yemede, kur yapmada,
Cüsseli, şamatacı, cömert, yakışıklı, gururlu ve sevecendiler,
Sakallıydılar, güneş yanığıydı tenleri, serbest avcı kıyafetleri vardı sırtlarında,
Biri bile otuz yaşın üstünde değildi.

İkinci pazarın sabahı mangalar hâlinde getirildiler ve katledildiler, yazın başlarında güzel bir gündü,
Saat beşte başladılar, saat sekizde bitmişti her şey.

Hiçbiri uymadı diz çökme emrine,
Bazıları deli gibi çaresizce atıldı öne, bazıları sert ve dimdik durdu,
Birkaçı hemen düştü yere, vurulup alnından ya da kalbinden, ölenler ve yaşayanlar yatıyorlardı yan yana,
Sakatlananlar ve korkunç biçimde yaralananlar elleriyle tozu toprağı kazıyordu, yeni gelenler görüyorlardı onları orada,
Yarı canlı birkaçı sürünerek uzaklaşmaya çalışıyordu,
Bunların icabına baktılar süngülerle veya darbettiler tüfek dipçikleriyle,
Daha on yedi yaşına varmamış bir genç yakaladı katilini, iki kişi daha gelip kurtarana kadar onu,
Üçü de hırpalanmış ve kaplanmıştı çocuğun kanıyla.

Saat on birde cesetlerin yakılmasına başlandı;
İşte budur hikâyesi dört yüz on iki genç erkeğin katledilişinin.

--Fahri Öz’s translation

Sonsöz

Irak’ın işgalinin üzerinden on yıl geçmişti ve New York Times’ta gördüğüm “İntihar Bombacısı: Bağdat’ta Şii Camii’nde 37 Ölü” başlığı beni dehşete uğratmıyordu artık. Hem de daha birkaç hafta önce bir kültürel diplomasi göreviyle Bağdat’ta bulunduğum halde. Arkadaşlarım vardı Bağdat’ta, tamamlayacağım projeler vardı, gene de bir diplomattan caminin konuşma yaptığım bir üniversitenin yanıbaşında bulunduğunu öğrenene dek haberi okumamıştım. O zaman, öğle namazı için bir araya gelen öğrencilerin, profesörlerin ve kontrol noktasında hayatını kaybeden güvenlik görevlilerinin gözümde canlanmasıyla saldırı kişisel bir boyut kazandı. Ölen ya da yaralanan müminlerin bazıları benim konuşmama katılmış, sorular sormuş ve fotoğraf çekinmiş olabilirlerdi. Koruma ekibimin başının beni oditoryuma girmeden önce kenara çekip kampüste ortalığın gergin olduğunu söylediğini hatırlıyorum; o işaret verdiğinde kürsüden derhal ayrılmam gerekiyordu. Neyse ki hiçbir şey olmadı ve yalnızca yazmak ve Amerikan Edebiyatı üzerine, Walt Whitman’a vurgu yapan neşeli bir sohbet gerçekleştirdik. Savaşla harap olmuş bir kent için oldukça çarpıcıydı bu. Nerede, ne zaman olursa olsun tüm hakiki sohbetler için durum böyledir.
Bu bölümde Whitman, tempoyu ustaca ayarlayarak, şiirin en uzun kataloğunu yüzlerce Teksas korucusunun katlediliş hikâyesi ile yan yana getirir. Hoş bir yaz sabahı ifa edilen dehşet verici bir eylemdir bu. Şair onların gençliğine hayıflanır; kalleşlik karşısındaki kahramanlıklarını ön plana çıkarır; katliamın kan dondurucu detaylarını es geçmez. Teksas Devrimi’nin seyrini değiştiren Alamo Savaşı’nda ölenlerin yerine, bu sakallı, iri yarı, cömert, “sırtlarında serbest avcı kıyafetleri olan” (“avcılar gibi serbest giyinmiş”) adamların yasını tutar; aksi takdirde unutulup gideceklerdir. Ölümlerini kişiselleştirir; bu şiir okunduğu sürece bedenleri yanmaya devam edecektir.
“Hakikate pek katlanamaz insanlık,” der T. S. Eliot, 1944 yılında yayımlanarak okurların savaşın stresiyle baş etmelerine yardımcı olan Dört Kuartet’inde. Whitman da bize daha fazla hakikate nasıl katlanacağımızı öğretir. Dünyanın dört bir yanındaki savaş alanlarından bildirimlerin yanı sıra, infial uyandıran suçlara, politik skandallara ve beşerî kokuşmuşluğun örneklerine dair bitmek bilmeyen bir haber akışıyla karşı karşıya kalınca sırtımızı çevirmek isteriz. Böyle bir lüksümüz olmadığını vurgular Whitman.
-
--Christopher Merrill

Soru

Bir savaşta askerlerin ölümünü, milliyetçi ve vatansever duyguları körüklemeyecek şekilde tasvir edebilir miyiz? Bir Amerikalı, Meksika Savaşı’nda Amerikan askerlerinin “katledilişini,” husumet yaratmayarak ancak hüzün duygusu uyandırarak tasvir edebilir mi? Sizin bildiğiniz, bu tür betimlemeler yapabilmiş şairler var mı?