Eski bir deniz savaşını dinlemek ister misin benden? Ay ışığı ve yıldızlar altında kim kazandı bilmek ister misin? Hikâyemi dinle madem, anneannemin denizci babasından sana aktarayım. Zannetme ki öteki gemideki düşman ödlekti, (demişti ihtiyar denizci,) Haşin, gözükara İngilizdi, esaslı mı esaslı, yiğit mi yiğitti, yoktu, bir daha gelmeyecek öylesi; Akşam karanlığında çıkagelip feci bir yaylım ateşine tuttu bizi. Yanaştık diplerine kadar, serenler çarpıştı, toplar birbirine değdi, Komutanım halatlarla bizzat bağlamaya başladı gemileri. Sekiz kiloluk birkaç gülle yemiştik su seviyesinin altından, Daha ilk atışta iki tane büyük de alt silah güvertemizde patlamış, ne var ne yok havaya uçurup öldürmüştü etraftakileri. Alacakaranlıkta çarpıştık, karanlıkta çarpıştık, Gece onda, dolunay en tepedeyken ve gemiye dolan sular bir buçuk metreye yaklaşmışken, Zabit kıç kasarasında tutulan esirleri kendi başlarının çaresine baksınlar diye salıverdi. Cephaneliğe giriş çıkışı durdurdu nöbetçiler, Birçok yabancı yüz görüyorlardı, kime güveneceklerini bilemediler. Yanıyordu fırkateynimiz, Öteki gemiden sordular, bağışlanmak karşılığında teslim olacak mıyız? Bayrağımız inmiş, savaşı bırakacak mıyız? Güldüm keyifle, haykırdı kaptanımız, Bayrağı indirmedik biz, diye seslendi serinkanlı, daha yeni başladık savaşmaya. Ateş eden üç top kalmış geriye, Birini bizzat kaptan doğrultmuş düşmanın ana direğine, Öbür ikisi yağdırıyor misket bombalarını, susturuyor tüfek ateşini, temizliyor güverteyi. Bir tek direklerden destek geliyor bu küçük bataryanın ateşine, özellikle de çanaklıktan, Cesurca çarpışıyorlar sonuna kadar. Bir an bile durmuyor ateş, Pompalar yetişemiyor dolan suya, cephaneliği yutmak üzere yangın. Pompalardan biri vuruldu, bu defa batıyoruz, kaçış yok gibi görünüyor. Kaptanımız nasıl da soğukkanlı, Ne bir telaş ne de sesinde bir titreme, Gözleriyle bizi daha çok aydınlatıyor savaş fenerlerinden. Saat on ikiye doğru, ay ışığı altında, ötekiler teslim oluyor bize. --Aytek Sever’s translation
Dinlemek ister misiniz eski bir deniz muharebesinin hikâyesini? Öğrenmek ister misiniz kimin kazandığını ayın ve yıldızların şavkı altında? Dinleyin anneannemin denizci babasının hikâyesini bana anlattığı kadarıyla. Sinsilik falan yoktu gemisindeki düşmanımızda, (dedi,) Kavgacı İngiliz cesaretiydi ondaki, ondan çetini, ondan hakikisi yok, yoktu, olmayacak da; Akşam inerken korkunç bir şekilde bize ateş açarak geldi. Yaklaştık düşmanla birbirimize, serenlerimiz birbirine dolaştı, birbirine sürtündü toplarımız, Kaptanım eliyle vurdu hızlıca geminin gövdesine. On sekiz librelik birkaç isabet aldık su seviyesinin altında, İlk ateşte alt silah güvertemizde iki büyük top infilak etmişti, çevresindeki herkesi öldürmüş ve başüstünü havaya uçurmuştu. Gün batarken ve karanlıkta savaşıyorduk, Gece saat onda dolunay ta tepedeydi, sızıntı artıyordu, beş ayak su rapor edilmişti, Güvenlik zabiti kıç ambarda hapsedilmiş tutukluları serbest bırakmıştı bir şans vermek üzere. Nöbetçiler cephaneliğe giriş çıkışı artık kapatmıştı, O kadar çok yabancı yüz vardı ki bilemiyorlardı kime güveneceklerini. Bizim fırkateyn yanmaya başlamıştı, Ötekiler soruyordu, aman diliyor muyuz? Teslim bayrağı çektik mi, çarpışma bitti mi? Sonra basıyorum memnuniyetle kahkahayı, çünkü bizim küçük kaptanın sesini duyuyorum, Çekmedik, diye bağırıyor sükûnetle, daha yeni başlıyoruz biz savaşmaya. Yalnızca üç top kullanılır durumda, Birini bizzat kaptan doğrultuyor düşmanın grandi direğine, Misket ve şarapnelle doldurulmuş ikisi susturuyor tüfek ateşini ve silip süpürüyor güvertelerini. Yalnızca çanaklıklar destekliyor bu küçük bataryaları, özellikle de grandi çanaklığı, Çarpışma boyunca cesaretle direniyorlar. Bir an bile arkası kesilmiyor, Pompalarda sızıntılar artıyor, yangın cephaneliğe doğru ilerliyor. İsabet alıyor pompalardan biri, batmakta olduğumuzu düşünüyor çoğumuz. Sakince duruyor küçük kaptan, Telaş ettiği yok, sesi ne yüksek ne de kısık, Gözleri daha çok aydınlatıyor bizi savaş fenerlerinin ışığından. Saat on ikiye doğru ay ışığında teslim oluyor düşman. --Fahri Öz’s translation
Sonsöz
Çatışma hikâyeler üretir; savaşanlar ve savaş muhabirleri bunu bilirler. Kayıt altına alınmış tarih boyunca sınırları yeniden çizmenin ve toplumları yeniden tanımlamanın başlıca vasıtası bölünme ve yıkım olmuştur. Her yeni düzen; kazanılan ve kaybedilen savaşların, cesaret ve korkaklığın, ıstırap ve coşkunun hikâyeleriyle biçimlenir. Homeros’un Batı edebiyatının temelini savaş (İlyada) ve bir savaşçının eve dönüşü (Odysseia) üzerine iki destanıyla atmış olması tesadüf değildir; zira savaş hem bireylerin hem halkların ruhunu sınar, onların gelecekteki eylemlerinin zeminini kurar; tekrar tekrar anlatılan kişisel ve toplumsal hikâyeler bir ülkenin âdetlerinin, geleneklerinin ve politik kurumlarının karakterini belirler. Devraldığımız mirasın büyük kısmını savaş oluşturur. Whitman’ın destanının yapısında savaşın merkezî rolü Bölüm 34 ile 36 arasında, sırasıyla, bir katliamın anlatımıyla, Bağımsızlık Savaşı’nda vuku bulan bir deniz muharebesine dair büyük dedesinin anlattığı öyküyle ve savaşın insani bedeline dair kendi sunduğu dökümle ön plana çıkar. Nasıl ki Homeros İlyada’da tek bir adamın öfkesinin şarkısını söylemiş, gemilere ve askerî birliklere dair kataloglarını piyadelere dair sahnelerle dengelemişse, Whitman da demokratik benliğe dair şarkısını, von Clausewitz’in sözleriyle “politikanın başka vasıtalarla sürdürülmesi” olan savaşı içerecek şekilde genişletir. Bu anlatıların gittikçe karanlıklaşan tonuna dikkat edin; Whitman’ın “tüm kariyerimin bizzat merkezi, çevresi, göbek deliği” dediği Amerikan İç Savaşı’nın öncelemektedir bu anlatılar. Geçmiş zafer ve felaketleri hatırlayışı sırasında, Whitman sanki yaklaşmakta olan trajediye bakış atar gibidir – Amerikan hayatına bugün bile hâlâ yön veren trajediye. Ayrıca, kaptanın kahramanlığının korkunç katliam sahnelerinin arasına sıkışmış olduğuna da dikkat edin. Savaşın yıkımından hiç kimse kaçamaz aslında.
Bunlar hakkında yazmanın en zor tarafı hikâyeyi anlatmak üzere hayatta kalmış olmak olabilir. Bir keresinde Lübnan’da bir gazeteciye, bir mülteci kampındaki çatışmayı takip ettiğimiz bina çatısından kısa süreliğine ayrılınca başıma gelenleri anlattığımda (sahile doğru yürüyüşe gitmiştim, bir kontrol noktasındaki askerler üzerime ateş açmıştı ve bir subay tarafından sorgulanmıştım) elini havaya kaldırarak, “Sana imreniyorum,” demişti, “şimdi anlatacak bir hikâyen var.”
Whitman bunun üzerine şöyle derdi herhalde: Hepimizin öyle.
--Christopher Merrill
Soru
Size yaşça hayli büyüğünüz olan biri tarafından anlatılmış bir hikâye düşünün. Siz doğmadan çok önce vuku bulmuş olan ama doğrudan başınıza gelen somut olaylar gibi etkilendiğiniz bir şeyin hikâyesi olsun. Bu hikâye, siz onu yıllar içerisinde başkalarına tekrar anlattıkça ne kadar değişir? Hikâyenin ne kadarı geçmişte meydana gelen şeyin sahih bir anlatımıdır, ne kadarını mevcut ânınızda oluşturursunuz?