Mekân ve Zaman! Doğruymuş, görüyorum, sezgilerimde haklıymışım, Doğruymuş çimenlerde oyalanırken hissettiklerim Ve yatağımda bir başıma uzanmışken hissettiklerim, Doğruymuş sahilde seher yıldızlarının altında yürürken hissettiklerim. Kurtuluyorum bağlarımdan, atıyorum ağırlıklarımı, körfezlere uzanıyor dirseklerim, Yamacından geçiyorum sıradağların, kıtaları kaplıyor ayalarım, Adım adım götürüyor beni bakışlarım. Geçiyorum kentin dört köşeli evlerinin kıyısından, oduncularla kamp yaparak ahşap kulübelerden, İlerliyorum tekerlek izleri boyunca kara yolundan, kurumuş vadiden ve dere yatağından, Otları ayıklıyorum soğan bahçemden, çapalıyorum sıra sıra havuçları, karakavzaları, savanları aşıyorum, iz sürüyorum ormanda, Altın arıyorum, toprağı kazıyorum, aldığım araziyi ağaçla çeviriyorum, Bileğime kadar sıcak kumda ayaklarım yanarak kayığımı sığ nehir boyunca çekiyorum, Üstteki ağaç dalında ileri geri geziniyor panter, avcıya doğru öfkeyle dönüyor erkek geyik, Kayada ince upuzun gövdesiyle güneşleniyor çıngıraklı yılan, balıkla besleniyor su samuru, Bataklık kıyısında sert pullu derisiyle uyuyor timsah, Kök ve bal arıyor kara ayı, kürek biçimli kuyruğuyla çamura pat pat vuruyor kunduz, Geçiyorum büyüyen şeker kamışlarının, sarı çiçekli pamuk fidanlarının, sulak pirinç tarlalarının üzerinden, Geçiyorum dik çatılı, oluklarından incecik sürgünler sarkan, tepesi sipsivri çiftlik evinin üzerinden, Geçiyorum abanozun, upuzun yapraklı mısırın, narin mavi çiçekli ketenin üzerinden, Karabuğdayın üzerinden geçiyorum böceklerle vızır vızır, Ve koyu yeşil çavdar tarlasının üzerinden geçiyorum başaklar rüzgârda dalgalanıp gölgelenirken, Tırmanıyorum dağlara, kayalıktaki kısa, kargacık burgacık dallara tutunarak dikkatlice çekiyorum kendimi yukarı, Çimenlerdeki patikadan, çalıların arasından tutuyorum yolumu, Ormanla buğday tarlası arasından düdüğünü öttürüyor bıldırcın, Temmuz akşamında uçup geçiyor yarasa, karanlıkta pıt diye düşüyor altın kaplumbağa böceği, Yaşlı ağacın kökünden doğup çayıra doğru akıyor dere, Silkinip sinekleri kovuyor ayakta dikilen sığırlar, Mutfakta asılı duruyor peynir bezi, şöminede boydan boya uzanıyor demir ayaklık, kirişlerden oya gibi sarkıyor örümcek ağları, Güm güm vuruyor balyozlar, fırıl fırıl dönüyor presin silindirleri, Sinesinde feci sancılarla çarpıyor insan yüreği, Armut biçimli balon süzülüyor işte havada, (ben varım içinde, bakıyorum sakince aşağıya,) Kementle çekiliyor ilk yardım sandalı, çukurlu tümsekli kumsalda uçuk yeşil yumurtaları çatlatıyor güneş, Bir an bile yalnız bırakmadan yüzüyor yavrusuyla anne balina, Dumanı ardında upuzun bir bayrak gibi sürüklüyor buharlı gemi, Kara bir diken gibi yarıyor suyu köpekbalığının yüzgeci, Meçhul akıntılarda sürükleniyor yarısı yanmış yelkenli gemi, yosun ve kabuklar bitmiş güvertede, cesetler çürüyor aşağıda, Alayların ön safında yükseliyor yıldızlı bayrak, Alabildiğine uzanan sahiller boyunca yaklaşıyorum Manhattan’a, Niagara’da tül gibi örtüyor yüzümü çağıldayan suyun zerreleri, Kapı eşiğindeyim işte, evin önünde bir binek taşının üzerinde, Yarış parkurundayım, tadını çıkarıyorum pikniğin, dansın, sıkı bir beyzbol maçının, Alaycı sataşmalarla, küfürbaz taşkınlıklarla, oynak danslarla ve kahkahalarla içkili erkek eğlencelerindeyim, İmalathanede tadına bakıyorum elma şarabının, kahverengi şurubu kamışla emiyorum, Elma soyma mesaisinde elime geçen her elmaya bir öpücük konduruyorum, Askerî içtimada, keşif mangalarında, taşrada tarım ve inşaat imecelerindeyim, Enfes şakımasını, kıkırtılarını, cırıltılarını, ıslıklarını duyuruyor alaycı kuş, Çiftlik avlusunda duruyor saman yığını, kuru saplar saçılmış etrafa, ağılda bekliyor damızlık inek, Çiftleşmeye gidiyor boğa, aygır yaklaşıyor kısrağa, horoz sırtına biniyor tavuğun, Otluyor düveler, yemeğini çabuk çabuk gagalıyor kazlar, Issız ve uçsuz bucaksız çayırda uzuyor akşamüstü gölgeler, Bufalo sürüleri miller boyunca dalga dalga yayılıyor her yana, Titrek pırıltılar saçıyor sinek kuşu, kıvrılarak dönüyor kuğunun boynu, Sahilden hızla geçiyor gülen martı, insan gibi kahkaha atıyor, Gür çalıların gölgesinde boz bir tahtanın üstünde yan yana sıralanıyor arı kovanları, Yerdeki bir halkaya tüneyip başlarını dışarı uzatmış turuncu boyunlu keklikler, Mezarlığın kemerli kapısından giriyor cenaze arabaları, Karlı arazide, buz tutmuş ağaçlar arasında uluyor kutup kurdu, Geceleyin sazlıkların kıyısına geliyor sarı taçlı balıkçıl, minik yengeçlerle besleniyor, Yüzenlerin ve dalıp çıkanların sıçrattığı sularla serinliyor sıcak dolunay, Kuyunun dibindeki ceviz ağacında mızıkasını öttürüyor iri yeşil çekirge, Geçiyorum limon bahçelerinden, yaprakları gümüş damarlı salatalıklar arasından, İlerliyorum tuz damarları, turuncu kayranlar, köknar ormanları boyunca, İdman salonundayım, sahneli meyhanelerdeyim, ofisleri, toplantı salonlarını arşınlıyorum, Seviyorum buranın yerlisini, seviyorum yabancıları, seviyorum eskiyi yeniyi, Seviyorum güzel kadınları, güzel olmayan kadınları, Seviyorum başlığını çıkarıp ezgili konuşan Quaker hanımı, Seviyorum kireç badanalı kilisenin koro seslerini, Seviyorum kan ter içinde kalmış Metodist vaizin içten sözlerini, onun din buluşmasında kendinden geçmesini, Bütün sabah Broadway’de mağazaların önünde oyalanıyorum, kalın cama burnumu yapıştırıp vitrinlere bakıyorum, Öğleden sonra yüzüm bulutlara dönük yollara düşüyorum, taşra yollarından geçip sahile iniyorum, Biri sağımda diğeri solumda ellerim iki dostumun belinde, ortada benim, Eve dönüyorum sesi soluğu çıkmayan esmer yanaklı Kızılderili oğlanla, (akşam perde perde inerken birlikte gidiyoruz at sırtında,) Yerleşim yerlerinin uzağında hayvanların ayak izlerini ve makosen izlerini inceliyorum yerde, Hastanede yatağın yanıbaşında limonata uzatıyorum ateşli bir hastaya, Ortalık sessizken elimde bir mumla inceliyorum tabuttaki naaşı, Tüm limanlara yelken açıyorum ticaret ve serüven uğruna, Çılgın kalabalığa karışıyorum bütün heves ve telaşımla, Kin besliyorum düşmanıma, cinnet geçirip bıçaklayabilirim her an onu, Gece yarısı bir başımayım evimin avlusunda, aklım gitmiş başımdan, Yahudiye’nin kadim tepelerinde yürüyorum yanımda güzel Ulu İsa, Yol alıyorum mekânda, yol alıyorum gökte yıldızlar arasında, Yol alıyorum yedi gezegen arasında, en geniş halkada ve sekiz bin mil çapında, Yol alıyorum kuyruklu yıldızlarla, ateş topları saçıyorum her yana, Karnında kendi tombul annesini taşıyan yeni ayı taşıyorum yörüngesinde, Fırtına gibi esiyorum, keyif duyuyorum, tasarılar kuruyorum, seviyorum, sakınıyorum, Geri çekiliyorum ve içeri doluyorum, görünüyorum ve kayboluyorum, Gece gündüz bu yolları tepiyorum. Gök cismi tarlalarına uğruyorum, bakıyorum mahsûle, Bakıyorum kentilyonlarcasına, olgun ve taptaze. Akışkan, doymak bilmez bir ruh gibi oradan oraya süzülüyorum, İskandil kurşununun erişemeyeceği derinliklerden geçiyor rotam. Her şeyden istifade ediyorum maddi ve manevi, Ne bir muhafız kesebilir yolumu, ne bir kanun alıkoyabilir beni. Kısa bir süreliğine demirliyorum gemimi, Durmadan gidip geliyor ulaklarım, haberler getiriyorlar bana. Kürk ve fok avına gidiyorum kutuplara, sipsivri bir mızrakla atlıyorum bir buzuldan diğer buzula, tutunuveriyorum kırılgan masmavi buz saçaklarına. Direğine tırmanıyorum geminin, Çanaklıkta yerimi alıyorum gecenin bir yarısı, Kutup denizlerine açılıyoruz, hava hayli aydınlık, Berrak manzarada çepeçevre seyrediyorum müthiş güzelliği, Devasa buz kütleleri geçip gidiyor yanımdan, ilerliyorum, dört bir yanımda yalın, sade bir dünya, Dorukları bembeyaz dağlar beliriyor ufukta, imgelerimi savuruyorum onlara, Büyük muharebe alanına yaklaşıyoruz, savaş yakın, Ordugâhın heybetli ileri karakol mevziini geçiyoruz sessiz adımlarla ve temkinli, Ya da harap vaziyetteki muazzam bir şehre giriyoruz dış mahallelerden, Taş bloklar ve yıkık mimari yerkürede mevcut tüm şehirlerden üstün. Özgür bir yoldaşım ben, istilacıların işaret ateşlerinin başında konaklıyorum, Damadı kaldırıyorum yataktan, gelinin yanına yatıyorum, Gece boyu kucaklıyorum bedenini onun, dudaklarına yapışıyorum. Kadının sesidir sesim, merdiven basamaklarında acı bir feryat, Erkeğimin bedenidir getirdikleri, boğulmuş, sular süzülüyor üzerinden. Tanıyorum kahramanların kocaman yüreğini, Tanıyorum bugünün ve tüm zamanların gözüpekliğini, Biliyorum bir sürü yolcusuyla akıntıda sürüklenen, ölümün fırtınada ileri geri kovaladığı o harap buharlı gemiyi gören kaptanı, Onun nasıl kollarını sıvayıp işe dört elle sarıldığını, günler ve geceler boyu gemiyi bırakmadığını, Güvertede bir tahta üzerine tebeşirle kocaman harflerle Merak etmeyin, bırakmayacağız sizi, yazdığını, Ve biliyorum gemiyi nasıl kovaladığını, üç gün boyunca zikzaklar çizerek ilerlediğini, gene de vazgeçmediğini, Nihayet sürüklenenleri nasıl kurtardığını, Üstü başı dağılmış bitkin kadınların ölümün onlara hazırladığı mezarların kıyısından öteki tekneye ne halde geçtiklerini, İhtiyara dönmüş yüzleriyle suspus çocukları, taşınan yaralıları, kısık dudaklı, sakalı uzamış adamları; Tümünü yutup alıyorum içime, hepsi de enfes, tadını çıkarıp özümsüyorum hepsini, İnsanım ben, acılar çektim, oradaydım. Şehitlerin mağrur soğukkanlılığı, Cadı denilerek kuru odunlar üzerinde yakılan ihtiyar kadın ve buna şahit olan çocukları, Amansızca kovalanırken bitkin düşüp de çitlere tutunan kan ter içinde kalmış köle, Onun boynuna ve bacaklarına iğne gibi saplanan sancılar, ölüm saçan mermiler ve saçmalar, Hissediyorum hepsini, ben bütün hepsiyim bunların. Benim kovalanan köle, irkiliyorum havlayan köpeklerin sesiyle, Ölümün nefesi ensemde, nişancılar ateş ediyor art arda, Sımsıkı tutunuyorum çitlere, terimle seyrelmiş kanım damlıyor tenimden, Yığılıveriyorum otların ve taşların üzerine, Atlılar mahmuzluyor atlarını, çullanıyorlar üzerime, Sövgüler yağdırıyorlar uğuldayan kulaklarıma, sopalarla vahşice dövüyorlar beni. Değiştirdiğim giysilerimdir acılar benim, Nasıl hissettiğini sormam yaralıya, bizzat yaralanan kişi olurum, Bastonuma dayanıp seyrederken ıstırapla burkulur içim. Enkaz altında kalıp göğüs kemiği kırılmış itfaiyeciyim ben, Yıkılan duvarların molozları altına gömülmüşüm, Ateş ve duman soludum, avaz avaz bağırdığını duydum arkadaşlarımın, Ve kazma kürek tıkırtılarını duydum onların uzaktan, Kirişleri kaldırdılar üzerimden, işte nazikçe taşıyorlar beni. Kıpkızıl gömleğimle yatıyorum yerde geceye karşı, iyi geliyor bana her yanı saran sessizlik, Acı duymuyorum her şeye rağmen, bitkinsem bile kasvet duymuyorum, Güzelim ak çehreler eğilmiş üzerime, itfaiyeci başlıklarını çıkarmışlar, Fenerlerin ışığıyla yitip gidiyor etrafımda kalabalık. En derinlerden canlanıyor ölüler, Zaman için bir kadran sanki hepsi, ellerim akrep ve yelkovan, saat bizzat ben olmuşum. Ve eskilerden bir topçu eriyim şimdi de, kalemizin bombalanışını anlatayım size, Yeniden oradayım işte. Yeniden gümbür gümbür davullar, Yeniden ateşe tutuyor bizi toplar, havanlar, Kulak kesilmişim, yeniden karşılık veriyor bizim taraftan toplar. Oradayım, duyuyorum, görüyorum hepsini –– Bağırış çağırışlar, küfürler, isabetli atışlar için naralar, Yere al al damlalar bırakarak geçen cankurtaran, Hasarları tespit edip elzem olanları onaran işçiler, Tavandaki yarıklardan içeri düşen el bombaları, yelpazevari infilaklar, Havada uçuşan kollar bacaklar, kafalar, taş, tahta, demir. Ve kan revan içinde son sözleri dökülüyor komutanımın ağzından, hiddetle savuruyor elini, Beni boş verin, diyor son nefesiyle, savunun siperleri. --Aytek Sever’s translation
Uzam ve zaman! şimdi anlıyorum öngördüğüm şeyin doğruluğunu, Çimenlerin üstünde aylaklık ederken öngördüğüm şeyin, Yatağımda bir başıma uzanırken öngördüğüm şeyin, Ve yürürken kumsalda, sabahın solgun yıldızları altında. İplerim ve safram uzaklaşıyor benden, dirseklerim deniz boşluklarında, Sıradağlara sınır oluyor bedenim, avuçlarım kıtaları kaplıyor, Görümle birlikte yürüyorum. Şehrin dört köşeli evlerinde—kütük evlerde, kerestecilerle kamp yaparken, Paralı geçidin tekerlek izleri boyunca, kuru ırmak ve dere yatağı boyunca, Soğan tarhında ot ayıklarken ya da havuç ve yaban havucu dizilerini çapalarken, geniş çayırlardan geçerken, ormanda iz sürerken, Maden ararken, altın ararken, yeni satın alınmış ağaçları bileziklerken, Sıcak kumda bileklerime kadar pişen ayaklarımla, çekerken teknemi sığ nehirden karaya, Panterin ağacın üstünde bir ileri bir geri gezdiği, erkek geyiğin hiddetle avcıya baktığı yerde, Çıngıraklı yılanın bir kayanın üzerinde gevşek gövdesini güneşlendirdiği, su samurunun balıkla beslendiği yerde, Derisi sert pürtüklü timsahın bataklık göl kenarında uyuduğu yerde, Kara ayının kök ve bal aradığı, kunduzun kürek şeklindeki kuyruğuyla çamura pat pat diye vurduğu yerde; Büyüyen şeker kamışlarının üzerinden, sarı çiçekli pamukların üzerinden, alçak sulak tarladaki pirinçlerin üzerinden, Pislik bağlamış ve cılız otların çıktığı oluklarıyla dik çatılı çiftlik evinin üzerinden, Trabzon hurmasının, uzun yapraklı mısırın üzerinden, narin, mavi çiçekli ketenin üzerinden, Vınlayan, vızıldayan şeylerle akbuğdayların ve karabuğdayların üzerinden, Dalgalanıp gölgelenirken rüzgârda, çavdarın koyu yeşili üzerinden, Dağlara tırmanarak, kendimi dikkatle yukarı çekerek, tutunarak zayıf dallara, Otların arasında açılmış yolları takip ederek, yol açarak çalılıkların arasından, Bıldırcının ormanla buğday tarlası arasında öttüğü yerde, Yarasanın yedinci ay gecesi uçtuğu yerde, bok böceğinin karanlıkta düştüğü yerde, Derenin yaşlı ağacın köklerini söktüğü ve çayıra doğru aktığı yerde, Sığırların ayakta derilerini titretip silkelenerek sinekleri kovduğu yerde, Tülbendin asılı olduğu mutfakta, sacayağının ocak taşının üstünde durduğu yerde, örümcek ağlarının kirişlerden çiçekli bezekler gibi düştüğü yerde, Çekiçlerin indiği yerde, baskı makinesinin merdanelerinin fırıl fırıl döndürdüğü yerde, İnsan kalbi her nerede korkunç sancılarla çarpıyorsa kaburgaların altında, Armut şeklinde balonun göklerde süzüldüğü yerde (ben de süzülüyorum onun içinde ve sakince bakıyorum aşağıya,) İlk yardım sedyesinin hareketli halat üzerinde çekildiği yerde, sıcaklığın çukurlu kumda soluk yeşil yumurtaları olgunlaştırdığı yerde, Dişi balinanın hiç terk etmeden yavrusuyla yüzdüğü yerde, Vapurun arkasında uzun bir duman flaması bıraktığı yerde, Köpek balığının yüzgecinin siyah bir kıymık gibi suyu yardığı yerde, Yarı yanmış yelkenlinin meçhul akıntılarda sürüklendiği yerde, Balçık kaplı güvertesinde deniz kabuklarının ürediği, aşağıda cesetlerin çürüdüğü yerde; Yıldızlı bayrağın alayın başında taşındığı yerde, Uzun adadan Manhattan’a doğru yaklaşarak, Niagara’nın altında çavlanın yüzüme bir tül gibi düştüğü, Bir kapı eşiğinde, dışarıda sert keresteden yapılma binek taşının üstünde, Bir hipodromda ya da piknikte, dansta, sıkı bir beyzbol maçında eğlenirken, Kaba saba lafların, belden aşağı fıkraların, erkek erkeğe dansların, içkinin ve kahkahanın gırla gittiği erkek eğlencelerinde, Elma sıkılan mengenede tadına bakarken kahverengi mayşenin,23 ekin sapıyla içerken suyundan, Bulduğum her kırmızı meyve için bir öpücük isterken elma soyanların arasında, İçtimalarda, sahil partilerinde, arkadaş buluşmalarında, mısır soyarken insanlarla, imeceyle ev yaparken; Alaycı kuşun nefis agular, kıkırdamalar, çığlıklar, ağlar gibi sesler çıkardığı yerde, Samanın çiftlik avlusunda durduğu, kuru çalıların oraya buraya saçıldığı, damızlık ineğin ağılda beklediği yerde, Boğanın eril işini görmek için yaklaştığı, aygırın kısrak, horozun tavuk peşinde koşturduğu yerde, Düvelerin otladığı, kazların kısa, ani hareketlerle yiyeceklerini gagaladığı yerde, Gölgelerin gün batımında sonsuz, ıssız çayırda uzayıp gittiği yerde, Bizon sürülerinin göz alabildiğince geniş arazilerde yayıldığı yerde, Sinek kuşunun parıldadığı, uzun ömürlü kuğunun boynunun kıvrılıp büküldüğü yerde, Gülen martının 24 aniden kıyıya dönüp insan gülüşüne benzer sesiyle güldüğü yerde, Arı kovanlarının bahçede uzun otların arasında nerdeyse kaybolmuş gri bir kalasın üzerinde sıralandığı yerde, Ala boyunlu kekliklerin kafaları dışarıda, halka şeklinde tünediği yerde, Cenaze arabalarının mezarlığın kemerli kapısından girdiği yerde, Kışın kurtların karla kaplı düzlükte, buza dönmüş ağaçların arasında pavkırdığı yerde, Sarı başlı balıkçılın geceleyin bataklığın kenarına gelip küçük yengeçlerle beslendiği yerde, Suya atlayan yüzücülerin ve dalgıçların sıcak öğleyi serinlettikleri yerde, Çekirgenin kuyunun üstündeki ceviz ağacında kromatik flütünü çaldığı yerde, Ağaçkavunu bahçeleri ve gümüş telli yaprakları olan salatalık tarhları arasından, Hayvanların tuz yaladığı yerden, portakal ağaçlarının arasından ya da konik köknarların altından, Spor salonunun, perdeli barın içinden, bürodan ya da halk evinden geçerken; Yerliden de memnunum, yabancıdan da, yeniden de memnunum, eskiden de, Çirkin kadından da memnunum, güzel olandan da, Bonesini çıkarıp ahenkli konuşan Quaker kadından memnunum, Yeni badana edilmiş kiliseden gelen koro ezgisinden memnunum, Konuşurken terleyen Metodist vaizin ağırbaşlı sözlerinden memnunum, açık havada yapılan dinî toplantıdan cidden etkilendim; Broadway’de mağaza vitrinlerine bakıyorum bütün öğleden sonra, burnumu kalın cama dayayarak, Aynı öğle sonu dolaşıyorum yüzüm bulutlara dönük, kâh bir yoldan yokuş aşağı, kâh sahil boyunca, Sağ ve sol kolum iki arkadaşımın belinde, ben de ortalarında; Dönünce eve, sessiz, kara yanaklı vahşi oğlanla (peşimi bırakmadı bütün gün,) Uzakta meskûn mahalden, hayvan izlerini ya da makosen izlerini araştırarak, Hastanede portatif bir karyolada ateşi çıkan bir hastaya limonata uzatırken, Ortalığa sessizlik çökünce tabuta konmuş ölünün yanı başında, bir mumla izlerken onu; Seyahatte her limanda pazarlık ve macera, Koşturarak zamane kalabalığıyla, onlar kadar sabırsız, onlar kadar kaypak, Nefret ettiğime hiddetliyim, öfkemden hazırım onu bıçaklamaya, Gece yarısı evin arka bahçesinde bir başıma, o fikirler çoktan gitmiş kafamdan, Kadim Judea tepelerinde yürürken, güzel, hoşgörülü Tanrı yanı başımda, Uzayda yolculuk ederek, yolculuk ederek göklerde, yıldızların arasında, Yedi uydunun arasından geçerken hızla ve geniş halkanın içinden ve seksen bin milin çapından, Kuyruklu göktaşlarıyla yarışırcasına giderken ve ötekiler gibi ateş topları fırlatırken, Kendi annesinin olgunlaşmış hâlini karnında taşıyan hilal-çocuğu taşırken, Fırtınalar koparıp, keyiflenerek, planlar yaparak, severek, temkin tembih ederek, Geri çekilip hazırlanarak, bir görünüp bir gözden kaybolarak, Böyle yolları arşınlıyorum gece gündüz. Kürelerle dolu meyve bahçelerine giriyorum ve mahsule bakıyorum, Kentilyonlarca25 olgun meyveye bakıyorum ve kentilyonlarca yeşil meyveye. Akışkan ve yutan bir ruhun uçuşuyla uçuyorum, Yolum daha derinlerde seyrediyor iskandillerin ölçtüğünden. Maddesel olandan da tinsel olandan da aşırıyorum, Hiçbir muhafız uzaklaştıramaz, hiçbir yasa engelleyemez beni. Gemim sadece kısa bir süreliğine demir atıyor, Ulaklarım durmadan uzaklara gidiyor ya da haberlerle dönüyorlar. Kutuplarda kürk ve ayı balığı avlıyorum, kancalı mızrağımla derin yarıklardan atlıyorum, kırılgan ve mavi zirvelere tırmanıyorum. Pruva direğine çıkıyorum, Gözcü yerinde mevzileniyorum gece geç vakit, Kuzey Buz Denizi’nde seyrediyoruz, ortalık gün gibi aydınlık, Açık gökyüzünde seyre dalıyorum çevredeki harikulade güzelliği, Devasa buz kütleleri geçiyor yanımdan, ben de onları geçiyorum, manzara her yönde apaçık, Beyaz zirveli dağlar beliriyor uzakta, hayallere dalıyorum onların karşısında, Büyük bir savaş meydanına yaklaşıyoruz ve birazdan çarpışmaya başlayacağız, Şaşırtıcı ileri karakollarını geçiyoruz ordugâhın, sessiz adımlarla ve temkinli, Ya da çok büyük ve harap bir şehre giriyoruz varoşlardan, Caddeler ve binaların yıkıntıları yeryüzünün yaşayan bütün kentlerinden daha heybetli. Gönüllü bir yoldaşım, geceliyoruz istilacı nöbetçi ateşlerinin ışığında, Damadı yatağından kaldırıp, gelinle ben kalıyorum, Bastırıyorum onu bütün gece uyluklarıma, dudaklarıma. Sesim kadının sesi, merdiven tırabzanında acı bir çığlık, Alıp getirmişler boğulmuş kocamın üstünden sular damlayan cesedini. Anlıyorum mangal yüreklerini kahramanların, Şimdiki zamanın gözü pekliğini ve bütün zamanların, Nasıl görmüştü küçük geminin kaptanı harap olmuş dümensiz, kalabalık vapuru ve Ölüm’ün alçalıp yükselerek fırtınada takip ettiğini onu, Nasıl da sımsıkı durmuş, bir milim geri adım atmamıştı ve kaybetmemişti inancını günler geceler boyunca, Ve bir tahtanın üzerine şöyle yazmıştı kocaman harflerle, Kaybetmeyin cesaretinizi, bırakıp gitmeyeceğiz sizi; Nasıl onların ardına düşmüş, onlarla birlikte orsa etmişti üç gün boyunca ve asla vazgeçmemişti, Sonunda sürüklenen yolcuları kurtarmıştı nasıl, Sıska, bol giysili kadınlar nasıl bakmışlardı ona, geçtiklerinde hazır mezarlarından gemiye, Suskun, ihtiyar yüzlü çocuklar, kucakta taşınan hastalar, sert dudaklı, tıraşsız erkekler nasıl; Bütün bunları yutuyorum, güzel geliyor tadı, hoşuma gidiyor, benim bir parçam oluyor, O adam bendim, acı çektim, oradaydım. Şehitlerin küçümsemesi ve sükûneti, Eskilerden bir anne, cadılıktan mahkûm, ateşte yakıldı, gözleri önünde çocuklarının, İzi sürülen köle, nefesi kesiliyor yarışta, bir çite yaslanıyor, soluk soluğa, ter içinde, Bacaklarını ve boynunu iğne gibi yakan sancılar, ölüm saçan mermiler ve saçmalar, Bütün bunları hissediyorum ve bütün bunlar benim. İzi sürülen bir köleyim ben, köpeklerin ısırmasından ödüm kopuyor, Cehennem ve keder bırakmıyor peşimi, art arda ateş ediyor nişancılar, Çitlere tutunuyorum, kanım damlıyor yere, seyreliyor derimden akan terle, Otların, taşların üstüne yığılıyorum, Sürücüler mahmuzluyorlar isteksiz atlarını, kapatıyorlar mesafeyi, Alay ediyorlar uğuldayan kulaklarıma eğilip, öldüresiye vuruyorlar kafama sapıyla kamçılarının. Acılar bir kat elbisedir bana, Sormam nasıldır diye yaralıya, kendim yaralı kişi olurum, Yaralarım morarır, ben yaslanıp değneğe izlerken olup biteni. Ezilmiş itfaiye eriyim ben, kaburgaları kırık, Yıkılan duvarlar gömdü beni, molozların altında kaldım, Ateş ve duman soludum, arkadaşlarımın bağırıp seslendiklerini duydum sonra, Uzaktan kazmalarının, küreklerinin tıkırtısını işittim, Kirişleri çekip kaldırdılar, yavaşça çıkardılar beni oradan. Kırmızı gömleğim üstümde, yatıyorum gece vakti, benim için her yan sessiz, Bütün olup bitenden sonra sancısız yatıyorum, bitkin ama mutsuz değilim hiç, Beyaz ve güzel yüzler sarmış etrafımı, miğferlerini çıkarmışlar, Fenerlerin ışığında soluyor çömelmiş kalabalık. Uzaktakiler ve ölüler diriliyor, Beliriyorlar saat kadranı gibi ya da dönüyorlar ben bir saatmişim, onlar da benim yelkovanımmış gibi. Eski bir topçu eriyim, kalemin bombalanışını anlatıyorum, Yine oradayım ben. Yine trampetçilerin uzun gümbürtüleri, Yine saldırıya geçen toplar, havanlar, Yine dinleyen kulağıma karşılık veren toplar. Katılıyorum, görüyorum ve duyuyorum her şeyi, Feryatları, küfürleri, gürlemeleri, isabetli atışlara yapılan tezahüratı, Yavaşça geçiyor cankurtaran sedyesi, ardında kırmızı damlalardan bir iz uzuyor, Hasarı araştıran, zorunlu tamiratı yapan işçiler, Delik çatıdan düşen el bombası, yelpaze gibi açılan infilak, Vınlayarak havaya saçılan kollar, bacaklar, kafalar, taş, tahta, demir. Yeniden hırıldıyor ölüm döşeğimdeki generalimin ağzı, hiddetle sallıyor elini, Kan pıhtıları arasında güçlükle konuşuyor Beni boş verin—siperlere—siperlere bakın. 23 Parçalanmış, ezilmiş meyve. 24 Amerika’ya özgü bir martı (Larus atricilla). 25 1018 şeklinde yazılan çok büyük sayı. --Fahri Öz’s translation
Sonsöz
Prudence Adası, Narragansett Körfezi. Yağmurlu haftaların ardından güneş çıkmış; kuzenim, Yeni Dünya’daki ilk atamız Roger Williams tarafından yaklaşık dört yüz yıl önce inşa edilmiş taş bir duvar boyunca bana kılavuzluk ediyor ormanda. Vicdan özgürlüğü yolundaki arayışı Amerika’yı dönüştüren bir teologdu Williams: Devletin dinden ayrı olması gerektiğine dair görüşü nedeniyle Massachusetts Körfezi Kolonisi’nden kovulmuş, 1636 kışını yaban doğada geçirmiş, ardından ülkenin en küçük eyaleti olacak Rhode Island’a yerleşerek, bireysel vicdanın buyruklarına uygun biçimde, köleliğin kaldırılmasını, değişik inançlardan insanları kucaklamayı ve Amerikan Yerlilerine kendi dillerinde vaaz vermeyi kapsayan bir özgür yaşam deneyine girişmişti. Söz konusu topraklar için bir imtiyaz elde etmek üzere Londra’ya bir deniz yolculuğuna çıktığında, Kızılderili âdetlerinin, sözcüklerinin ve tabirlerinin bir derlemesi olan ve ülkenin özgün sakinlerinin koloniciler ile eşit olduklarını kabul eden A Key to the Language of America (“Amerika’nın Dili için bir Anahtar”) adlı meşhur kitabını kaleme aldı. Dillere yönelik bir kabiliyeti vardı Williams’ın; hakiki bir etkileşimin dinlemekle başladığını biliyordu. Komşularına kulak verdi böylece. Karmaşık sosyal sistemleriyle ve çevrelerine dair derin bilgileriyle insan, mekân ve eşya arasında sürdürülebilir bir ilişkiye dair bir model sunuyorlardı. Bu model, farklı bir tarzda “Kendimin Şarkısı / Benliğimin Şarkısı”nda da karşımıza çıkar.
Yanımda cep boyutunda bir Çimen Yaprakları baskısı taşıyorum. Kuzenimi, devrik ağaçların üstünden, bir bayırdan yukarıya, sürüklenen kumların duvarı örttüğü yere kadar takip ederken anlıyorum ki, elimde tuttuğum, Amerika’nın dili için başka bir anahtardır. Şiirin en uzun bölümü olan otuz ikinci bölümde kataloglanan imgeler, vurgular ve sesler bolluğunun içinde Whitman ülkenin hakiki zenginliğini kutlar ve buna her şey dâhildir. “Görümle birlikte yürüyorum” (“Adım adım götürüyor beni bakışlarım”) der. Ve “insan kalbinin kaburgaların altında korkunç sancılarla çarptığı” (“insan yüreğinin sinesinde feci sancılarla çarptığı”) yerde onun içine çektiği her şey; panter ve çıngıraklı yılan, mısır ve keten, yeni evliler, karlı dağlar ve harap olmuş “vapur” (“buharlı gemi”), eski bir topçu eri ve ölen general dünyanın çeşitliliğinin simgeleridir. Görünenin içinden görünmeyeni görmek inancın özüdür ve Williams inancın ancak devletin müdahalesi olmadan kök salabileceğini düşünüyordu (ve buna istinaden, Sezar’a ve Tanrı’ya nelerin borçlu olunduğu arasında ayrım yapmak için İncil’in emirlerini temel alan bir politik sistem tasavvur etmişti). Whitman’ın, ister yerli ister yabancı, ister eski ister yeni olsun her şeyi yüceltme kararlılığının merkezinde de bu yer alır. “Katılıyorum, görüyorum ve duyuyorum her şeyi” (“Oradayım, duyuyorum, görüyorum hepsini”) diye bildirir. Genel hatlarını atamızın Yeni Dünya’nın yaban doğasında yakalamış olabileceği kültürel düzen bugün hâlâ şekillenmektedir. Ve usulca bana doğru dönüyor kuzenim, yüzü parlıyor.
--Christopher Merrill
Soru
Bu bölümde Whitman, 1853 yılında New York sahilinin açıklarında meydana gelen bir gemi kazasından kurtulan yolcuları ve mürettebatı anlatıyor. Bu olayda, gemi fırtınaya yakalanmış, herkesin öldüğü sanılıp umut kesilmişti. Hayatta kalanların yaşadığı dehşeti tarif eden Whitman sözünü şöyle tamamlar: “Bütün bunları yutuyorum, güzel geliyor tadı, hoşuma gidiyor, benim bir parçam oluyor, / O adam bendim, acı çektim, oradaydım” (“Tümünü yutup alıyorum içime, hepsi de enfes, tadını çıkarıp özümsüyorum hepsini, / İnsanım ben, acılar çektim, oradaydım.) 20. yüzyıl şairi James Wright bu son dizeyi “bugüne dek yazılmış en yüce şiir dizelerinden biri” olarak nitelendirmiştir. Katılıyor musunuz? Bu dize, şairin başkalarının ıstırabıyla tamamen empati kurabilme yeteneğinin bir ifadesi midir, yoksa şairin ıstırabı özümsemesindeki çabukluk ve kolaylık onun başka deneyimleri kucaklamak için hızla ilerlemesini mümkün kılan ama empatinin de altını oyan bir tür aldırışsızlığı mı eleverir?