Önsöz

Whitman in the phaeton given to him by friends. (Camden, 1886)
Whitman in the phaeton given to him by friends. (Camden, 1886)

Şimdi şair, önceki bölümde kendinde olduğunu ettiği kabiliyeti, yani evrimleşmiş bedeninin evrim yolculuğu boyunca özümsediği öteki yaşam formlarından herhangi birini “geri çağırabilme” kabiliyetini sınar. İnsanların içinden geçtiği tüm bu formlar, birlikte ele alındıklarında bir tür varlık bütünlüğü duygusu sağlamaktadır. Dolayısıyla şair, “tutup hayvanlarla yaşamayı” (“geri dönüp hayvanlarla yaşamayı”) düşünür. Bir yırtıcı hayvanın sabırlı bakışını devralarak, hayvan kardeşlerine “uzun uzun” bakar ve onların insanlardan farkları üzerine bazı sonuçlara varır. Tamamen mevcut ânın içinde yaşama kabiliyetleriyle, bütünüyle “kendi kendine yeter” (“memnun”) olmalarıyla, dinin getirdiği suçluluk duygusundan, “Tanrı” kavramından, maddi sahiplikten, geçmiş hissinden, “mutsuzluk” fikrinden bağımsız olmalarıyla (ve o sayede doğal olarak mutlu olmalarıyla), şair onların insan mutluluğu hakkında ve yaşadığımız ândan memnuniyet duymak hakkında kendisine bir şeyler öğrettiklerini görür. Bunlar Whitman’ın şiir boyunca yakalamaya can attığı özelliklerdir, dolayısıyla şair kendini hayvanlara bağlı, onlarla ilintili hisseder, âdeta ona kendisinden “işaretler” (“emareler/nişaneler”) taşımaktadırlar, yani kendi muazzam evrim yolculuğunda “çok uzun zaman önce” (“çağlar evvel”) deneyimlemiş olması gereken bir varoluş biçimini. İnsanlar, hayvanların benimsemiş göründüğü bir birlik duygusunu yitirmişlerdir ve söz konusu bütünlüğü hayvanların bize getirdikleri kendimize dair kayıp “işaretleri” (“emareleri/nişaneleri”) hatırlayarak ve geri toplayarak kazanırız.
Önceki bölümde yaptığı gibi, Whitman bir kez daha kendi dinamik evrimsel deneyimini kelimelere döker (“ileri yürüyordum o zamanlar, şimdi de yürüyorum ve yürüyeceğim sonsuza kadar” / “yol alıyorum ezelden beri, şimdi ve daima”), çağlar boyunca sürat kazandığını tahayyül eder ve muazzam geçmişinin herhangi bir aşamasıyla fazlaca ilgilenmemeye, takılıp kalmamaya dikkat eder (“andaçlarıma uzananlara karşı fazla ayrıcalık tanımadan” / “asla kapalı değilim bana nişaneler bağışlayanlara). Söz-öncesi, hatta insan-öncesi hatıraları geri getirmeye çalıştığını hisseder Whitman, onlara ulaştığı yerlerde takılıp kalmaması gerektiğini kendine hatırlatsa da. Zira şimdiye aittir o, geçmişe değil. Fakat bir an durup, bir süreliğine “dokunuşuna” (“okşayışlarına”) karşılık vermiş bir “aygır” ile baş başa kalır. Hayvan ile insan birliğinin bir imgesidir bu, duyusal ve samimi: at ile binicinin bir olduğu bir ilişki. Ama şairin durmak istediği yer hayvansal varoluşun bu çarpıcı anımsanışı değildir; dörtnala giden aygırı bile geride burakıp, etrafındaki uçsuz bucaksız dünyayla en kapsamlı buluşmasına hazırlanır.

--Ed Folsom

Geri dönüp yaşayabilirdim hayvanlarla, hissediyorum,

                                                                  öyle sakinler, öyle memnun,

Duruyorum karşılarında, bakıyorum onlara uzun uzun.


Mızmızlanıp şikayet etmezler hallerinden,

Uykusuz gecelerde gözyaşı dökmezler günahları için,

Dinî vecibeler üzerine tartışarak midemi bulandırmazlar benim,

Ne tatminsizdirler ne de sahip olma çılgınlığına tutulmuş,

Diz çökmezler birbirlerine ya da binlerce yıl evvel yaşamış birine,

Ne seçkindir herhangi biri ne de mutsuz –– şu koca yeryüzünde.


Aramızdaki bağları gösterirler bana ve onları benimserim,

Benliğimin emarelerini sunarlar, apaçık sergilerler kendilerinde.


Bilmiyorum nereden buldular bu nişaneleri,

Acaba çağlar evvel aynı yerden geçip de

                                                   ben mi düşürdüm farketmeden onları?


Yol alıyorum ezelden beri, şimdi ve daima,

Hep daha fazlasını toplayıp sergiliyorum, gittikçe daha süratli,

Sınırsızım ve çeşit çeşit, ötekiler arasında onlardan biri,

Asla kapalı değilim bana nişaneler bağışlayanlara,

Seçiyorum birini, seviyorum onu, yola koyuluyoruz kardeşçe.


Devasa güzelliğiyle bir aygır bu,

                           nasıl da körpe, okşayışlarıma karşı nasıl da duyarlı,

Başı upuzun, bir kulağından diğerine gepgeniş alnı,

Bacakları pasparlak, pek kıvrak, toz kaldırıyor kuyruğuyla yerden,

Gözlerinde yaman bir parıltı, kulakları oynak, düzgün biçimli.


Burun delikleri kabarıyor topuklarımla gövdesini sardığımda,

Adaleli bacakları titriyor zevkten

                                                     dörtnala kalkıp tur attığımızda.


Ama bırakıyorum seni şimdi, aygırım benim,

Senden bile süratli gidiyor, geçiyor seni benliğim,

Dursam yahut otursam bile, işte, çoktan ötelerdeyim!


--Aytek Sever’s translation
Tutup hayvanlarla yaşayabilirim sanırım, o kadar kendi kendine yeter ve sakinler ki,
Durup bakıyorum onlara uzun uzun.
Hâllerinden endişe edip yakınmazlar,
Günahları için ağlamazlar karanlıkta gözlerini yummadan yatarak,
Tanrı’ya karşı görevlerden dem vurup hasta etmezler beni,
Hiçbiri hoşnutsuz değildir, hiçbiri çıldırmaz bir şeylere sahip olma düşkünlüğünden,
Hiçbiri diz çökmez bir diğerine, ne de binlerce sene evvel yaşamış kendi türünden birine,
Saygın ya da mutsuz değildir bütün dünyada biri bile.

Yakınlık gösterirler bana, ben de kabul ederim,
Kendi işaretlerimi getirirler bana, açıkça belli ederler onlara sahip olduklarını.

Acaba nereden buldular bu işaretleri,
Çok uzun zaman önce oralardan geçtim de düşürdüm mü dikkat etmeden?

İleri yürüyordum o zamanlar, şimdi de yürüyorum ve yürüyeceğim sonsuza kadar,
Daima daha çok ve hızla bir şeyler toplayarak, göstererek,
Sonsuz ve her türden ne olursa ve onların benzerlerini,
Andaçlarımı uzananlara karşı fazla ayrıcalık tanımadan,
Hoşuma giden bir şeyleri alarak arada bir ve kardeşçe davranarak karşıma çıkana.

Devasa güzelliği bir aygırın, zinde ve dokunuşuma karşılık veren,
Başı yüksek alınlı, kulaklarının arasında genişleyen,
Bacakları gösterişli ve kıvrak, yerleri süpürüyor kuyruğu,
Kıvılcım saçıyor muziplik dolu gözleri, kulakları biçimli, esnek ve hareketli.

Burun delikleri genişliyor topuklarım karnına dokununca,
Güzel yapılı bacakları titriyor hazla, dörtnala koşturup gelince birlikte.
Seni bir dakikalığına kullanıyorum ve sonra bırakıyorum aygır,
Adımlarını neyleyim ki benimkiler dörtnala geçiyorsa seninkileri?
Dururken ayakta veya otururken bile hızlıyım senden.

--Fahri Öz’s translation

Sonsöz

Adaçayı kokusu ve eriyen karlar. Kavak koruluğunda, kayanın üzerinde seke seke gidiyor benekli bir ispinoz. Islığını öttürüyor bir pika. Wasatch Dağları’nda bir yangın yolunda, şafaktan hemen sonra koşuyorum; “başlangıca ve sona dair söylenenlerden” (“başlangıca ve sona dair boş laflardan”), (bu defa bir kayak evinde düzenlenen) yazar konferanslarına özgü “kaldırım gevezeliklerinden” bıkkınım. Gökyüzü mavileşiyor ve bu pazar sabahı sözcüklerden bağımsız olmak istiyorum. Keşke şu taze dağ havasını solumak daha kolay olsaydı diye düşünüyorum ve dinlenmek üzere durduğumda bir sonraki dönemeçte bir geyik görüyorum, nispeten mütevazı boynuzlarıyla bir erkek geyik; çimenlerden başını kaldırıp bakıyor. Bir süre birbirimizi süzüyoruz, sonra otlamaya devam etmek üzere yamacın yukarısına doğru gidiyor zıplaya zıplaya. “Kendi kendine yeter ve sakin” (“öyle sakin, öyle memnun”) diyorum, kalbim güm güm atarak koşuya devam ediyorum.
Bu bölümde Whitman zihin ve beden arasındaki ayrımı zarif bir şekilde ortaya koyar. Önce inanç, zenginlik ve sosyal statüye dair kaygılardan yoksun görünmeleri üzerinden hayvanları betimler, sonra onlarla olan ilişkisini ve belki de çok uzun zamandan beri “sahip oldukları” (“kendilerinde olan”) ona ait “işaretleri” (“emareleri/nişaneleri”) sorgular, ardından harikulade bir aygırı sevecenlikle, “kardeşçe” tarif eder, sırtında koşturup geri gelir, kendinden ötelere doğru dörtnala gidip döner. Önce atladır, sonra yalnız.
Yeniden durup, manzaraya hâkim bir noktadan sıra sıra zirvelere, batıya uzanan vadiye bakıyorum, ayaklarımın dibinde bir Hint fırça (Castilleja) kümesi. Keşke “uzun uzun” bakmak için koca bir günüm olsaydı! Ama katılmam gereken başka bir panel var ve Our Lady of the Snows Kilisesi’ne ve kayak evine doğru bayır aşağı inerken hayvanlar âleminden bana bahşedilmiş “işaretleri” (“emareleri/nişaneleri”) hatırlıyorum: Sun Valley’de bir otopark alanında yemek arayan, ağzında kâğıt bardak taşıyan bir kızıl tilkiyi; Ege Denizi’ne bakan bir uçurumdan süzülen bir deniz kartalını; Fas’ta bir pazar yerinde bir yılan oynatıcının sürüklediği ağırkanlı bir kobrayı… Bir başka dönemeçte bir çift genç sığına rastlıyorum, başlarını yukarı aşağı oynatıp şaşkın şaşkın homurdanıyorlar. Nasıl da güzeller! Yoldan aşağıya doğru bir sağa bir sola saptıkları ve tasasızca birbirlerine çarpa çarpa eşkin gittikleri sırada, tereddüt etmeden onları takip etmek geliyor içimden, ta ki ikisi de hızlanıp kavaklar arasında gözden kaybolana dek.

--Christopher Merrill

Soru

Çoğumuz hayvanlara, özellikle de evcil hayvanlarımıza insani nitelikler atfederiz. Görünüşe bakılırsa Whitman bu eğilimi tersine çevirir ve insanlarda bulduğu can sıkıcı niteliklerin hayvanlarda bulunmadığını fark eder. Öte yandan, hayvanların alet yapmak veya dil kullanmak gibi faaliyetleri olduğunun keşfi sürdükçe insanlar ve hayvanlar arasındaki geleneksel sınırlar silikleşmektedir. Sizce hayvanlar mı insanlar gibi algılanır hale geliyor, yoksa insanlar mı giderek hayvanlar gibi algılanıyor? “İnsan” ve “hayvan” arasındaki ayrım sırf dilimizin bir işlevi mi, yoksa ikisi arasında esasen bir fark var mı gerçekten?