Önsöz

Photographer unknown, probably Gabriel Harrison
Photographer unknown, probably Gabriel Harrison

Bu bölümde, Whitman, gerek fiziksel gerek zihinsel  olsun tüm kapalılıkların dışına çıkıyor. Erken dönem deftlerinden birinde Whitman, bütün kitapların, felsefelerin ve dinlerin dünyayı görmenin filtreli biçimlerini sunduklarının bir teyidi olarak, “Edebiyat, parfüm kokularıyla dolu” dizesini not düşmüştü. Onların hepsi “sarhoş edici”dir – kesinlikle cezbedici, ama aynı zamanda zehirli. Hayatlarımızı daima bizden önce gelenlerin görüşlerine göre yaşamaya sevk ediliriz, ama Whitman bizi bu tür kapalılıklardan kaçmaya, duyularımızı tamamen açmaya ve damıtılmamış atmosferi doğrudan solumaya çağırır. Bu dolaysız soluma eylemi sayesinde, dünyanın hakikaten solunuşu (breathing: nefes almak) demek olan “esin”i (inspiration: nefes almak) kazanırız. Bu bölümde Whitman, bir şiiri terennüm etmenin, söylemenin fizikselliğinin kaydını düşüyor; bize, bir şiirin zihinden veya ruhtan değil bedenden türediğini hatırlatıyor. Esinimiz (inspiration) soluk alıp verişimizden (respiration) gelir; ve şiir de “soluğumun dumanı”dır (“kendi soluğumun buharı”), havanın atomlarını dünyaya şarkı olarak, soluyarak geri vermektir. Whitman’ın burada belirttiği üzere, şiirler ciğerlerle, kalple, ellerle ve kasıklarla yazılır; hava, kanımıza ciğerlerde oksijen verir, oradan beynimize ve bedenimizin her parçasına taşınır. Bizler (tıpkı okurken olduğu gibi) zihinlerimizle olduğu kadar bedenlerimizle de yazarız.
Şair bu bölümde dünyanın kendisiyle çıplak temas halinde olmasına müsaade ediyor, ta ki önceden kendisinden ayrı olanla bir olduğunu hissedene dek: Kökler ve sarmaşıklar şimdi onun kendi çıplak bedeninde hissettiği erotik akımın (“selam otu, sırma ipek, ağaç boğumları ve sarmaşık” / “aşk kökü, ipek iplik, çatal ve asma kütüğü”) parçası gibi görünmekteler; ve damıtılmamış bir şiir olarak geri solumak üzere dünyayı içine çektiği sırada, şair temas ve etkileşimin farkındadır. Burada tüm duyular uyarılır: koku (“yemyeşil… yaprakları… koklayışım” / “kokusu yeşil… çimenlerin”), dokunma (“birkaç öpücük” / “birkaç küçük öpücük”), görme (“oyunu ışığın ve gölgenin” / “ışığın ve gölgenin oynaşması”), tat (“soluğumun dumanı” / “kendi soluğumun buharı”; içeride yeni bulunmuş bir ateşin işareti olan “duman”).
Burada Whitman, okuma ve yorum sanatlarının ustası olduğunu sananlara kibarca dokunduruyor. Bizler bu şiiri okurken, Whitman, “şiirin anlamına varmanın kıvancını” tadıp tatmadığımızı (“şiirlerin anlamını kavramaktan gururlanıp gururlanmadığımızı”) merak ediyor; ve anlamlarını gizlemeyen ve anlaşılması için doğaüstü hermeneutik gerektirmeyen bir şiir olan “Benliğimin Şarkısı / Kendimin Şarkısı”nı okuduğumuz sırada, bizi bir “günü ve geceyi” onunla geçirmeye çağırıyor. Şiirini daha ziyade doğanın damıtılmamış ve filtrelenmemiş kaynaklarından doğmuş biçimde sunuyor; sözcükler, düzeltilip biçimlendirilmek yerine, “fışkırıyorlar” (belch’d: söylenmiş, haykırılmış, şiddetle püskürmüş, böğürülmüş) . Whitman, bunun, bir rehber veya bir “inanç” olmayı arzulayan bir şiir değil, dünyayı kendi gözlerinizle deneyimlemenizi sağlamayı arzulayan bir şiir olduğunu ima ediyor. Bu şairin sözlerini alıyor ve sonra kendimizden “süzüyoruz,” tıpkı atmosferle ve dünyanın gezinen ve birbirine karışan bütün atomlarıyla yaptığımız gibi.

--Ed Folsom

Parfüm kokularıyla doludur evler ve odalar,

                                            parfüm kokularıyla doludur kitap rafları,

Kendim de soluyorum kokuyu, tanıyorum onu, seviyorum,

Esans sarhoş eder beni, ama buna izin vermiyorum.


Parfüm değildir atmosfer; esansın tadı yoktur onda, kokusuzdur;

Benim ağzıma göredir hep; tutkunum ben ona;

Koruluğun kıyısındaki banka gidiyorum

                           ve kıyafetlerimden sıyrılıp çırılçıplak oluyorum,

Hava bana temas etsin diye çıldırıyorum.


Soluğumun dumanı,

Yankılar, şırıltılar, vızıltılı fısıltılar;

                                selam otu, sırma ipek, ağaç boğumları ve sarmaşık;

Soluk alıp verişim, kalp atışım, ciğerlerimi gezen hava ve kan;

Yemyeşil ya da kupkuru yaprakları, deniz kıyısını,

               sudaki koyu renkli kayaları, ambardaki samanı koklayışım;

Sesimle fışkırıp rüzgârın girdaplarına karışan sözcüklerim;

Birkaç öpücük, kucaklayış, sarmaş dolaş kollar;

Ağaçlarda körpe dallar kımıldadıkça oyunu ışığın ve gölgenin;

Bir başına, ya da caddelerin koşturmacasında,

                                         yahut tarlalarda, yamaçlarda duyulan haz;

Esenlik hissi; dolunayın tınısı;

                              yataktan doğrularak güneşi karşılayışımın şarkısı.


Gözünün önüne getirebiliyor musun bin dönümü?

Hiç düşündün mü toprağı?

Talimli misin okumayı bilecek kadar?

Tattın mı şiirin anlamına varmanın kıvancını?


Benimle kal bugün ve bu gece, elde et tüm şiirin özünü,

Elde et yerin ve güneşin (ve daha milyonlarca güneşin) meziyetini,

Şeyleri aracıların elinden almayı bırak,

                            ne ölülerin gözünden bak

                                                      ne de kitaplardaki hortlaklarla yaşa,

Bakma benim gözlerimden de, elimden bir şey alma,

Her yanı düşün, her şeyi süz kendinden.
-- Aytek Sever’s translation

 

 

Evler, odalar kokularla dolu, raflar tıka basa kokularla.
İçime çekiyorum o ıtırı, biliyorum onu, hoşuma da gidiyor,
O damıtılmış öz beni sarhoş da eder, ama izin vermeyeceğim buna.

Atmosfer bir koku değil, damıtılmış bir özün tadı yok onda, kokusuz,
Sonsuza kadar ağzıma layık yaratılmış, âşığım ona,
Korunun yanındaki nehir kıyısına gidip soyunacağım, çırılçıplak kalacağım,
Deliriyorum bana temas etmesi için.
Kendi soluğumun buharı,
Yankılar, ufak dalgalar, vızıltılı fısıltılar, aşk kökü, ipek iplik, çatal ve asma kütüğü,
Soluk alışım ve soluk verişim, kalbimin atışı, ciğerlerimden geçişi havanın ve kanın,
Kokusu yeşil çimenlerin ve kuru çimenlerin, sahilin ve kara renkli deniz kayalarının, ahırlarda samanların,
Rüzgârın burgaçlarına salıverdiğim sesimdeki fışkıran sözcüklerin sesi,
Birkaç küçük öpücük, birkaç kucaklaşma, kolların sarmalayışı,
Esnek dallar sallanırken ışığın ve gölgenin oynaşması ağaçların üstünde,
Tek başınayken ya da sokakların telaşında ya da tarlalarda, tepe yamaçlarında alınan haz,
Sağlıklı olma duygusu, öğle vakti terennümü, yataktan kalkarken ve güneşi karşılarken tutturduğum şarkı.

Bin dönüm fazla mı sayılır sizce? dünyanın fazla olduğunu mu sanıyorsunuz?
Okumayı sökmek için çok mu çabaladınız?
Şiirlerin anlamını kavramaktan çok mu gururlandınız?

Durdurun bu günü ve geceyi benimle; bütün şiirlerin kaynağına sahip olacaksınız,
Sahip olacaksınız dünyanın ve güneşin iyiliğine (daha milyonlarca güneş var geride,)
Artık almayacaksınız hiçbir şeyi ikinci ya da üçüncü elden, ölülerin gözleriyle bakmayacaksınız hiçbir şeye,
     beslenmeyeceksiniz kitaplardaki hayaletlerden.
Benim gözlerimle de bakmayacaksınız, benden bir şey de almayacaksınız,
Her yana kulak kabartıp onları kendi benliğinizden süzeceksiniz.

-- Fahri Öz’s translation 

Sönsöz

Hangi şair, “tüm şiirin özünü elde etme” (“bütün şiirlerin kaynağına sahip olma”), esin kaynağını durmadan yudumlama dürtüsüne karşı koyabilir? “Benliğimin Şarkısı / Kendimin Şarkısı”nın ikinci bölümünde Whiman bize bunu öneriyor – ve çok daha fazlasını: “yerin ve güneşin (ve tüm yıldızların) meziyetini” (“dünyanın ve güneşin (ve tüm yıldızların) iyiliğini”) ve buna ilaveten, deneyimi nasıl ilk elden alacağını öğrenmeyi; hakikaten var olanı bizzat görmeyi; Emerson’ın söylediği üzere, “evrenle özgün bir ilişki” kurmayı. Şair, böyle bir ilişkiyi perçinlemek için insan toplumunun sarhoş edici parfüm kokusunu geride bırakıyor ve doğanın kokusuz, coşku veren atmosferini solumak üzere bir başına yola çıkıyor: Şairin kendini açtığı bir özgürlük, bir hazır bulunma halidir bu – ve dünya içeriye dolar. İkinci kıtanın sonundaki uzun cümle parçasıyla tüm duyularını –tat, dokunma, işitme, koku, görme– uyandırır, zira artık etraftakilere dikkat kesilmiştir: “Yemyeşil ya da kupkuru yaprakları, deniz kıyısını, sudaki koyu renkli kayaları, ambardaki samanı koklayışım…” (“Kokusu yeşil çimenlerin ve kuru çimenlerin, sahilin ve kara renkli deniz kayalarının, ahırlarda samanların…”). Her şeyi içine çeker, güneşle buluşmasından bir şarkı yaratır, kendisiyle bir gün ve bir gece kalmaya gönüllü olan herkese elini uzatır. Bize, kendi adımıza görmeyi ve şarkı söylemeyi öğreteceğine söz verir – öğretmenin kendisi de dâhil olmak üzere, tüm etkilerden bağımsız olarak. Burada tahayyülün en uç sınırlarına kadar uzanan bir krallığın anahtarları vardır. Ve kâinatın ölçüsünün nasıl alınacağı vardır – içinde geleceğin şiirlerinin yazılacağı şebeke.

--Christopher Merrill

Soru

“Şeyleri aracıların elinden almamak” (“hiçbir şeyi ikinci ya da üçüncü elden almamak”), ya da “ölülerin gözünden bakmamak” (“ölülerin gözleriyle bakmamak”), yahut “kitaplardaki hortlaklarla yaşamamak” (“kitaplardaki hayaletlerden beslenmemek”) nasıl mümkün olabilir? Hepimiz, dünyayı, gerek yaşayan gerek ölü olan başkalarına kulak vererek ve onlardan bir şeyler öğrenerek tanımaz mıyız, inançlarımızı bu sayede oluşturmaz mıyız?