Beşiğinde uyuyor yavrucak, Tülü kaldırıp bakıyorum uzun uzun, sinekleri elimle sessizce kovuyorum. Çalılık yamaçta kıvrılıp birbirine sarılıyor genç delikanlı ve mahcup kız, Dikkatle gözlüyorum onları tepeden. Yatak odasının kanlı zemininde boylu boyunca yatıyor canına kıyan, Kızıla bulanmış saçlarıyla cesede tanıklık ediyorum, tabancanın düştüğü yeri farkediyorum. Kaldırımdaki takırtı tukurtu, at arabalarının tekerlekleri, ayakkabıların hışırtısı, gündelik konuşmalar, Hantal omnibüs, sürücünün titiz başparmağı, granit zeminde at nallarının tıkırtıları, Kar kızakları, şıkırtılar, alaycı bağırışlar, kar topu savaşları, Kamu önderlerine tezahüratlar, yığınların öfkesi, Kapalı sedyenin aralanan perdesi, içinde hasta bir adam, hastaneye taşınan, Hasımların karşılaşması, haşin bir sövgü, darbeler ve düşüş, Telaşlı kalabalık, yakasında yıldızıyla kalabalığı yaran bir polis, Nice ses ve yankı arasında hareketsiz duran taşlar, Belki güneş çarpmasıyla belki de kramplarla yere yığılan aşırı yemiş yahut aç birinin iniltileri, Bir kadının feryatları, aniden sancılanan, alelacele evine giden ve dünyaya bir çocuk getiren, Derinlere gömülü nasıl da capcanlı bir ifadeyle sarsılır tüm bunlar, edeplice bastırılan ne ulumalar, neler neler, Suçluların tutuklanışı, küstahlıklar, ahlâksız teklifler, razı olmalar yahut dudak bükmeler, Dikkat kesiliyorum hepsine, tınılarına, biçimlerine –– ve geçip gidiyorum böylece. -- Aytek Sever's translation
Yavrucak beşiğinde uyuyor, Tülbendi kaldırıp bakıyorum uzun süre ve sessizce uzaklaştırıyorum elimle sinekleri. Delikanlı ve yüzü kızarmış kız dönüyorlar çalılıklı tepenin öbür tarafına, Hayal meyal görünüşlerine bakıyorum tepenin zirvesinden. İntihar eden serilmiş yatak odasının kanlar içindeki zeminine, Görüyorum ıslanmış saçlarını cesedin, bakıyorum nereye düştüğüne silahın. Kaldırım gevezelikleri, araba tekerleklerinin, çamurlu çizme tabanlarının sesleri, gezinenlerin konuşmaları, Sürücüsü parmağıyla işaret eden ağır omnibüs, granit zeminde nallı atların şakırtısı, Atlı kızaklar, tıngırtılar, yüksek sesli şakalar, kartopu savaşları, Gözde mekânlara hücum, kışkırtılmış kalabalıkların öfkesi, Örtülü sedyenin telaşı, içinde hastaneye taşıyorlar hasta bir adamı, Düşmanların karşılaşması, ani bir küfür, vuruşma ve düşme, Heyecana kapılmış kalabalık, yıldızlı polis hızla kalabalığın ortasına yol açmaya çalışıyor, Bir yığın yankıyı alan ve veren umursamaz taşlar, Güneş çarpmasıyla ya da nöbet geçirip yere düşen aşırı beslenmiş ya da yarı aç kalmış nicesinin iniltileri, Aniden sancılanan ve evine koşup doğum yapan nice kadının feryadı, Nice canlı ve gömülü konuşmalarla sarsılıyor burası, nice inleyiş nezaket gereği bastırılıyor! Suçluların tutuklanışı, hakaretler, yapılan zamparaca teklifler, kabuller, büzülü dudaklarla reddedişler, Dikkat kesiliyorum onlara, gösteri ya da uğultusuna onların—geliyorum ve ayrılıyorum oradan.
-- Fahri Öz’s translation
Sonsöz
“Benliğimin Şarkısı / Kendimin Şarkısı”nın müziğine talimli bir kulakla New York’ta yürürseniz, Bölüm 7’de aktarılan “kaldırımdaki çene çalmaların” (“kaldırım gevezeliklerinin”) bir benzerini duyabilirsiniz: Beşinci Cadde’de cep telefonuyla bağıra çağıra konuşan bir iş adamı geçsin diye insanlar kenara çekilmekte, bir gökdelenin yapı iskelesinin altında evsiz bir savaş gazisi yaşlı bir kadını kutsamakta, taksicinin biri adres sormaktadır. Melodik yapıyı tutku (doğum, aşk, ölüm) sağlar; bir beyit üçlüsü on dört dizelik bir kıtayla, katalog biçiminde serbest ölçülü bir soneyle dengelenir; müziğin ölçü işareti modern yaşamın ivmesiyle eşleşebilmek için değişmişse dahi, tonu aynıdır: biraz daha, biraz daha. Seyret ve dinle, der şair. Her yandan davet vardır. Geceleyin dışarıda, kentte yalnız başınıza veya bir yakınınızla iken, bir gösteri için sıra bekleyen kalabalığın çalçeneliğinde, Times Meydanı’nda fotoğraf için poz veren bir çiftin mırıltılarında, Central Park girişinin önündeki atların toynak tıkırtılarında, su kıyısında inleyen bir sirende bir şeylerin nabzını yokladığınızı hissedersiniz. Geçip giden bütün ruhların müziğine uyumlu bir şairin kulağında çınlamış olanların yankılarıdır bunlar.
İster Homeros’un Troya’ya yelken açan gemiler kataloğu, ister Ovidius’un ağaçlar listesi, isterse İncil’de geçen soyağaçları olsun, sayım döküm zengin bir şiirsel araçtır. Ve Whitman’ın kentin değişik vasıflarına yakıştırdığı adlar, kentin “derinlere gömülü capcanlı ifadesi” (“canlı ve gömülü konuşmalar”), yani tınlayan ya da saklı kalan her şey, Hz. Âdem’in vazifesini akla getirir. Bu vahşi, bu kozmos, demokrasinin ilk insanıdır ve her erkeğin, kadının ve çocuğun ruhunda bu demokrasinin duvarları yükselir; “Benliğimin Şarkısı / Kendimin Şarkısı” da kadim Çinlilerin sözünü ettiği “kâinattaki on bin şey”i birleştirir. New York’tur dört bir yanımız.
--Christopher Merrill
Soru
Whitman’ın bu bölümdeki kentsel sesler kataloğu üzerine biraz düşünelim. Günümüz kentlerinin sesler kataloğu bundan ne biçimde farklı olurdu? Bir kentin sesleri bir diğerinden, ya da bir ülkedeki bir kentin sesleri bir başka ülkedekinden nasıl farklı olurdu? Günümüzde hâkim olan kentsel sesler nelerdir?