Ardına kadar açık duruyor çiftlik ambarının kapıları, At arabasına yükleniyor kuru hasat zamanı otları, Parlak ışık geziniyor griye ve yeşile çalan kahverengide, Dağ gibi yığına kucaklar dolusu ekleniyor art arda. Oradayım ben de, yardım ediyorum, yayılmış geliyorum yükün tepesinde, Duyuyorum sarsılışları pek tatlı, atmışım bacak bacak üstüne, Atlayıveriyorum desteklerin üzerinden, avuçluyorum yoncayı, çayır otlarını, Ve yuvarlanıyorum tepetaklak, saçlarıma dolaşıyor tutam tutam ekin sapları. --Aytek Sever’s translation
Köydeki ahırın büyük kapıları açık ardına kadar, Hasat zamanının kuru otları yığılmış yavaş giden yük arabasına, Pırıl pırıl bir ışık geziniyor kahverengi-gri-yeşil karışımın üstünde, Sarkan ot yığınına bir kucak dolusu daha tıkıştırılıyor. Oradayım, yardım ediyorum, çıkıp uzandım yığının üstüne, Hissediyorum yumuşak sarsıntılarını, bir bacağımı diğerinin üstüne koymuşum, Atlıyorum çapraz kirişlerden aşağıya ve tutuyorum yoncayı, çayır otunu, Yuvarlanıyorum tepetakla ve saçım başım ot doluyor. --Fahri Öz’s translation
Sonsöz
Whitman’ın “Benliğimin Şarkısı / Kendimin Şarkısı”nın 1855’teki ilk basımıyla 1891’deki ölüm döşeği basımı arasında şiir üzerinde yaptığı değişiklikler bazı okurların kafasını karıştırmaya devam etmektedir. Örneğin, Galway Kinnell, şairin yaratıcı ve eleştirel yetilerinin yaşlandıkça zayıfladığını, “mükemmeliyeti aradıkça onun kendisinden uzaklaştığını” ileri sürer. Ama Whitman’ı böyle bir arayıştan dolayı kim suçlayabilir? Bir keşif yapıp o sayede evren anlayışımızı değiştiren ve sonra, yaşamının geri kalanını atılımının sonuçlarını rafine ederek geçiren bir bilim insanı gibi, şair yapıtı üzerinde oynamalar yapıp durmuştur. Bölüm 8’in orijinal sonu olan “geliyorum yine ve yeniden” (I come again and again), bu sayede, “geçip gidiyorum böylece”ye (“geliyorum ve ayrılıyorum oradan”a) (I come and I depart) dönüşmüştür ve okurlar değişikliğin mantığı üzerine kafa yormak durumunda bırakılmıştır – tıpkı Auden’ın “1 Eylül 1939” şiirinin “Sevmeliyiz birbirimizi, ya da ölmeliyiz” (We must love one another or die) dizesinde yaptığı “Sevmeliyiz birbirimizi ve ölmeliyiz” (We must love one another and die) şeklindeki tartışmalı değişiklik gibi. Yaşlanan bir şair, yapıtını kendi haline mi bırakmalıdır? Bir şiirin farklı versiyonlarını nasıl ele almak gerekir? Mükemmeliyet mümkün müdür? “Benliğimin Şarkısı / Kendimin Şarkısı” bu tür soruları tekrar tekrar gündeme getirmektedir.
Whitman, Bölüm 9’da yalnızca bir değişiklik yapmış, sekiz dizelik yekpare kıtayı, Kinnell’ın ifadesiyle “eski şiiri andıran” bir biçimde, noktayla biten iki dörtlüğe ayırmıştır. Ama mesele de budur; şair, balad formunun uyaksız bir çeşitlemesiyle taşradaki çocukluğundan bir ânıyı canlandırmaktadır. Halk geleneği, şiirin kıtaları arasındaki boşlukta taptaze yaşamakta; statik bir sahne, anlatıcının orada olduğuna, “yükün tepesinde yayılmış geldiğine” (“yığının üstüne çıkıp uzandığına”) dair bildirisiyle hayat bulmaktadır. Böylece geçmişe olan yolculuğunu, hafızanın ”tatlı sarsılışlarını” (“yumuşak sarsıntılarını”) hatırlar ve samanın içine atlar, kendi altın renkli hasadını, yani yonca ve çayır otunun, devinen bir bedenin, darmadağınık saçların müziğini kucaklar.
--Christopher Merrill
Soru
Saman arabasında gidilip yonca ve çayır otlarının arasına atlanılan bu basit, biricik deneyime şiirin bütün bir bölümünün ayrılmış olması sizde nasıl bir etki yaratıyor? Sizce Whitman neden daha önceki kent yaşamı kataloğunda yaptığı üzere kır yaşamının çeşitli yanlarının bir kataloğunu bize sunmuyor?