Önsöz

Photograph by Alexander Gardner, ca. 1865
Photograph by Alexander Gardner, ca. 1865

Şimdi, kendisini güvenli bir şekilde, alaycıların, tartışmacıların, gevezelerin (konuşmacıların), ısrarcıların (yolcuların) ve sorulara boğanların (dilencilerin) uzağına yerleştirdikten sonra, şair, ruhuna erişmektedir. Ve burada, 19. yüzyılın en cüretkâr şiir eylemlerinden biri üzerinden, Whitman, bedeninin ve ruhunun cinsel birleşmesini hayal eder. Eşitlikte ısrarını sürdürerek, ruh ve bedenin ikisinin de birbirinden aşağı görülemeyeceğini vurgular. Whitman, burada, şairlerin beden ile ruhu diyalog halinde tahayyül eden kadim geleneğini yeniden canlandırır; ama bir farkla: Whitman’dan önceki neredeyse bütün şiirde olanın aksine, tartışmayı ruhun kazanmasındansa, bu şiirde beden ve ruh esrik bir kucaklaşmayla birleşir ve birbirine kimlik kazandırır. Whitman’dan önceki şairler, ruhu, ben’in kalıcı kısmı olarak; beden ölünce onun ötesine geçen kısım olarak tahayyül etmişlerken, Whitman, (bir “ötesine geçme,” transcendence yerine) bir aktarılma (yahut “içine inme,” descendence) tahayyül etmiştir. Whitman’a göre, ruh, ancak bedene aktarıldığında (yahut bedenin içine indiğinde) dünyada iş görebilme gücü kazanır; aynı şekilde, beden de, ancak ruh tarafından harekete geçirildiğinde dünyada iş görebilmek için bir neden sahibi olur. Ruh olmadan, beden ancak ölü maddedir; beden olmadan, ruh ancak soyut arzudur, olanaklardan yoksun bir birleşme, soğurma, görme, duyma, dokunma, tatma dürtüsüdür. Beden ve ruh birdir ve beraber var olur.
Whitman’ın, “ben” ile “sen”in duyusal birleşmesini canlandırırken ne tür bir cinsel münasebeti resmettiğini anlatmak zordur. “Ses” üreten mahrem bir münasebettir bu; ama o ses, sözcüklerle, müzikle veya şiirle konuşmaz; “öğreti”de bulunmak (“öğütler” vermek) yerine “mırıldar.” Birleşmenin en erotik kısmı, meçhul âşığın, anlatıcının gömleğini açarak, onun “çırılçıplak yüreğine (kalbine) dilini daldırdığı” tuhaf imgeyle karşımıza çıkar. Dracula’nın yazarı Bram Stoker’ın bir Whitman hayranı olması boşuna değildir! Stoker, Whitman’ın “ben”inin biraz vampirimsi olduğunu; daima, (onun ölümünden çok sonra bile) sayfadaki ölü sözcüklerine ses ve hayat verecek, yaşayan bir okuru bekleyerek kitabında kol gezdiğini bilir. Dilin yüreğe daldırılması, belki de sesin beden ve ruh ile birleşmesini çağrıştırır. Burada beden ve ruh birleşir; bir başka bakımdan, şair ve okur da erotik bir kucaklaşmayla birleşir, okurun bedeni göçüp gitmiş şairin sözcüklerini devralır.
Ve sonra, İncil tınılı bir pasajda, halinden hoşnut anlatıcıya “huzur ve kavrayış” (“huzur ve bilgi”) gelir; “dünyanın tüm savları” yok olup, yerini hem Tanrı ile, hem de “şekerciboyasıyla,” erkekler ve kadınlarla, karıncalarla, en yüceyle ve en bayağıyla olan bir mistik birleşme ânı alır. Anlatıcı, artık, bedeninin ve ruhunun, Tanrı her ne ise onun bir parçası olduğunu bilir; ve en yükseğinden en alçağına, en muazzamından en küçüğüne tüm varlıklar “sevgi” (“aşk”) ile titreşmektedir: O sevgi ki, “yaratılış gemisinin omurgası”dır; içinde büyük ya da küçük, önemli ya da önemsiz, hepimizin yolculuk ettiği kâinat gemisinin temel kirişidir.

--Ed Folsom

Sana inanıyorum, ey ruhum;

                            öteki ben, kendini alçaltmamalıdır sana,

Nasıl ki alçaltmamalıysan sen kendini ona.

   

Çimenlerde oyalan benimle beraber; çöz nefesini hançerenden;

Ne sözcükler, ne müzik, ne şiirdir istediğim,

                            ne de gelenek, öğreti –– isterse olsun en iyisi;

Sadece mırıltıyı severim ben, sesinin sadece perde perde tınısı.

  

Hatırlıyorum, bir keresinde, berrak bir yaz sabahı,

                            sen ve ben birlikte nasıl da uzanmıştık sere serpe,

Başını nasıl da koymuştun kasıklarıma,

                            sonra usulca üzerime dönerek,

Nasıl da sıyırmıştın gömleğimi göğsümden

                            ve dilini daldırmıştın çırılçıplak yüreğime,

Erişip dokunmuştun sakalıma, tutmuştun ayağımı.


Hızla kabarıp sarmıştı etrafımı

                            dünyanın tüm savlarını aşan huzur ve kavrayış,

Ve anlamıştım ki Tanrı’nın eli bizzat özümdeki vaattir benim,

Ve anlamıştım, Tanrı’nın ruhu kardeşimdir benim,

Ve dünyaya gelmiş tüm adamlar kardeşimdir

                            ve tüm kadınlar kızkardeşim, sevgilimdir benim,

Ve sevgidir yaratılış gemisinin omurgası,

Ve sonsuzdur tarlalarda kâh dik kâh eğik yapraklar,

Ve onların altında, küçük kuyucuklardaki karıncalar,

Ve yılankavi çitleri kabuk kabuk saran yosunlar,

                ve taş kümeleri, mürver, sığırkuyruğu, şekerciboyası.

-- Aytek Sever’s translation

 

 

Sana inanıyorum ruhum, diğerini küçük görmemeliyim senin karşında,
Sen de küçük görülmemelisin diğerinin karşısında.

Gel aylaklık et benimle çimenlerin üstünde, çıkar gırtlağındaki tıkacı,
Sözcükler, müzik ya da kafiye değil istediğim, gelenekler
    ya da öğütler de değil, en iyisinden bile olsa,
Sadece o sükûneti seviyorum, o uyumlu sesinin mırıltısını.

Hatırlıyorum bir keresinde nasıl yattığımızı yan yana pırıl pırıl bir yaz sabahı,
Nasıl koyduğunu başını enlemesine kalçalarıma ve sonra yavaşça dönüp üzerime çıktığını,
Nasıl sıyırdığını gömleğimi göğsümden ve daldırdığını dilini çırılçıplak kalbime,
Ve uzandığını ta ki sakallarıma dokunana kadar ve uzandığını ta ki ayaklarımı tutana kadar.

Dünyadaki bütün savları geride bırakan o huzur ve bilgi peyda olup aniden sardı çevremi,
Ve biliyorum ki Tanrı’nın eli benim kendi vaadimdir,
Ve biliyorum ki Tanrı’nın ruhu benim kendi kardeşimdir,
Ve doğmuş bütün erkekler de erkek kardeşlerimdir ve kadınlar da kız kardeşlerim ve sevgililerimdir,
Ve yaratılış gemisinin omurgasıdır aşk,
Ve sayısızdır tarlalarda diri ya da solgun yapraklar,
Ve onların altındaki küçük oyuklarda kahverengi karıncalar,
Ve tahta çitlerin, yığılı taşların, mürverlerin, sığırkuyruklarının, şekerciboyasının üstünde yosun lekeleri.

-- Fahri Öz’s translation

Sönsöz

Size küçük hınzır bir sır: Şiirsel keşfin belki de en güvenilir rehberi Eros’tur; zira lirik imgelemi ateşleyen yakıt, arzudur. Sappho’dan William Blake’e ve Patti Smith’e dek, şairler, nadiren kabul etseler de bilirler ki, temayülün nesnesi ister sevgili, ister Tanrı, ister şöhret, isterse ölümsüzlük, devrim ya da dilin ta kendisi olsun, arzu, bir şiirin oluşturulmasında merkezî rol oynar. John Donne’un son dönem Kutsal Soneler’i, gençliğinin aşk şiirleri kadar yoğun ışık saçar: “Harap et yüreğimi, ey üçlü Tanrı.” Ve yüceler yücesine, Hz. Davut, Hafız Şirazi ve San Juan de la Cruz tarafından yazılmış bazı ilâhiler, deneyimimizin gizli derinliklerinden tanıyabileceğimiz bir ağırlığı taşırlar. “Benliğimin Şarkısı / Kendimin Şarkısı”nın beşinci bölümünü bu denli cüretkâr ve etkileyici kılan, Whitman’ın konuyu doğrudan ele almaya karar vermesi; kadim zamanlardan beri lirik dürtüye yön veren beden ve ruhun evliliğini (âşığın yeryüzündeki her şeye alıcılarını açmış bir şekilde içinde yelken açtığı geminin temel kirişini, “yaratılış gemisinin” omurgasını) yeniden canlandırmasıdır. Bir beklenti halinde, iki zorunluluk arasındaki bir boşlukta, bir dinginlik ânında, şair “mırıltıyı, sesinin perde perde tınısı”nı (“uyumlu sesinin mırıltısını”) duyar: Onun dizelerinin tüm okurlarının sesidir bu; sizin ve benim sesimiz; erkek kardeşlerin ve kız kardeşlerin, şimdinin ve geleceğin sesi; kabaran dalgaların tuzlu tadına, “dünyanın tüm savlarını aşan huzur ve kavrayış”a (“dünyadaki bütün savları geride bırakan o huzur ve bilgi”ye) sahip bir ses. Ve sizler o sesle baş başasınız.

--Christopher Merrill

Soru

Beşinci bölüm, “Benliğimin Şarkısı / Kendimin Şarkısı”nın hem en maddi hem de en manevi bölümlerinden biridir. Whitman’ın, varlığın uçsuz bucaksız gizemine ancak maddi bedenimiz yoluyla erişebileceğimize dair ısrarını siz nasıl karşılıyorsunuz?